Zeynep Vayiç

“Su birikintilerinin ağaçlandığı eski bir sokağın tarihinde
Şöyle yazdı:
Her şey sonraya kaldı.”
Edip Cansever

“Anlatacağım bir gün.”

Sessizlik. 

“Bakma öyle. Anlatacağım.”

“Ne zaman?” der gibi baktı.

Zamanın aramızda bir sarkaç gibi salınmasına izin verdim. 

“Yeterince geç kaldığımda.”

Nefesim ne kadar ağır salındıysa havaya, sarkaç o kadar hızlandı sanki. Her şey daha fazla geç kalmam içindi. Gökyüzündeki martı daha hızlı tünedi bacaya. Dumanı daha bir hızlı tüttü bacanın. Bir kadının tenha sokaktaki ürkek adımları daha hızlı dövdü kaldırımı. Bir çocuk daha hızlı salındı kırmızı salıncağında. Bir baba daha hızlı içine attı geçim yükünü. Bir melek daha hızlı kondurdu yeryüzüne bir kar tanesini. Bir ben yerimde saydım korkaklar gibi. Yetişmem gereken bir hayat yoktu çünkü. Bir kere geç kaldığında ne kadar geciktiğinin bir önemi olmuyordu sanki.

Banktan hafifçe öne eğilerek yerden öylesine bir ot kopardım. Yeterince küçülene kadar parmaklarımla parçaladım. Açık yeşille gölgelenmiş parmaklarım beklenti içinde terliyordu. Ne duymak istediğimi bilmiyordum ama içimden yanımda oturan arkadaşıma “Hadi! Hadi! Bir şey söyle ve rahatlayayım.” diye sesleniyordum. “Lütfen…” Önüne konan kuşu kovmak o an için daha gerekli bir hareket olmalıydı ki kuşu hafif bir korkutup kayıtsızca yanıma geri geldi. 

Aramızdaki sarkaç dizginlendi. Martı kendine yaraşır bir şekilde havaya süzüldü. Çocuk kendi tatlı telaşıyla salıncaktan inip kaydırağa koştu. Ben yine yerimde saydım. Bazen sokak ortasına diz çöküp “İmdat!” diye bağırırsam bir gönül ferahlığı gelirmiş gibi düşüncelere kapılıyorum. İki hecenin en tiz hâliyle dudaklarımı kesip geçmesi yüreğimi öperek sakinleştirdi sanki. Bunu da bir gün yapacağım. Yeterince geç kaldığımda. 

Soluma bakıp arkadaşımın uzun bıyıklarını inceledim yorgun yorgun. Tanrı öldü diye sesi dünyada yankılanan ölü bir filozofa benzettim o an. Etrafına anlam veremiyormuş gibi bakıp duruyordu. Burada yine ne işim vardı? Ona yine ne anlatıyordum ve bana ne söylemesi gerekiyordu? Sık sık gelip duracak mıydım? Ne zaman anlatıp rahatlayacaktım? Bence bunları kovalıyordu zihninde ama bana tek kelime etmiyordu. Uzaklardan tanıdık bir adım sesi geldi. Arkadaşım atik bir şekilde kafasını çevirip baksa da benim başımı kaldırıp bakmama gerek yoktu. Kim olduğunu biliyordum. Ta buradan açık kahve gözlerindeki zarif menevişleri görebiliyordum. Arkadaşımın bıyıkları hareketlenir gibi oldu ama yine bir şey demedi. Gri gözleri ellerimle sırtımı ovduğum yere kaydı kayıtsızca. 

“Defalarca aynı yere geç kalmışlığın yorgunluğu bu, kamburu bu. Günler kaçtıkça yıl oldu, yıllar sırtımda kambur. Hatta büsbütün kemikten bir kamburum sanki. Her ağrı  elimi sırtıma attığımda orada. Yabancısı değilsin ama yine de ağrımasın istiyor insan.” 

Yeteri kadar biriktirirsin ve artık anlatman gerekir. Karşında seni dinleyip anlaması gereken en doğru insan yoktur belki ama dudaklarında birikmiş o kelimeler dökülmek için birbirini ezer durur. Kelimelere suçu atmanın da bir anlamı yoktur hâlbuki. İçindekini anlatıp, bir avuntu bir ferahlık beklersin ama karşındakinde karşılık bulmaz. Anlaşılmak umuduyla dökülmek için dudaklarını döven  kelimeler, özgürleştikleri an yuvalarını özlemeye başlarlar. Karşılıksız kalmanın burukluğudur bu. Evet, kelimeler de hayal kırıklığına uğrar. Ardından bu kırıklık, bu özlem bizdeki pişmanlığı büyütmeye başlar. Her cümle her insana kurulmuyor işte, öğrenemedim bir türlü. Her seferinde “Artık ona anlatmayacağım,” dediğim yere dönüyorum kendimden bıkarak. Tüylü arkadaşımın bıyıklarını incelerken dalmıştım bu düşüncelere. “Bir daha anlatmayacağım işte,” dediğim an ayaklarını sürterek önümde duran bir çift beyaz ayakkabı kendime getirdi beni. İçinde yaş mama olan kabı arkadaşımın önüne bırakıverdi. Arkadaşımsa asil kuyruğunu havada süzerek gür bıyıklarıyla birlikte mama kabına gömdü kafasını.

“Zeze’nin buradaki çoğu seanstan daha iyi bir terapi verdiğine inanmaya başlayacağım artık.” 

Yüzüne bakamıyordum ama sesinden dudağındaki gülümsemenin kenarında birkaç yeşilin filizlendiğini hissediyordum. İnsanın en kalın duvarlarını yalın kat hâle getirebilecek bir gülümseme. Pürüzsüz beyaz teni arkadaşımın beyaz gri tüyleri arasında dolaşıyordu. Zeze’nin ise bana maruz kalmaktan kurtulduğu için ya da karnı doyuyor olduğu için keyfi yerinde görünüyordu.

“Bazen sanki hayatımdaymış gibi bir her şey yolunda hissine kapılıyorum. Her şey sarımtırak, yeşil tonlarda sıcak bir filmden çıkma gibi. Artık her cümlemi cevapsız bırakan duvarlar değil de perdesini yaz rüzgârının uçuşturduğu mutfağımızda beni can kulağıyla dinliyormuş gibi karşımda duruyor sanki. Evde bir yerlerde aceleyle dolandığında etrafına saçtığı rüzgârı tenimde hissediyormuşum gibi nisan telaşı okşuyor yüzümü. Sana o kadar çok benziyor ki… ”

“Beni dinliyor musunuz?” cümlesine refleks olarak hayır anlamında başımı salladım hızlıca. Bana cevap vermediği için kırgın olsam da  yemeğini bitiren Zeze’yi kucağıma alarak sefilliğimi kamufle etmeye çalıştım. Biçimsiz sakallarıma o anki yüzümü gizlekleri için de ayrıca minnettardım. Aylardır gide gele bu kibar çiçekçi dükkanının yolundaki Arnavut kaldırımlarını ezberlemiştim. Geç kalışımı eziyordum her gün. Soranlara yan taraftaki kliniği bahane ediyordum. Hâlime bakılınca yeterince ikna ediciydim de üstelik. 

“Belki de o an tam zamanıdır, bilemezsiniz.” Avucuma onunla ne yapacağımı bilmediğim bir şey bırakmıştı: Umut. Kafamı kaldırıp ne zamandır yüzüne baktığımı hatırlamıyordum fakat o nisan yeşilleri dudaklarının, gözlerinin kenarından hâlâ en güzel hâliyle sarkıyordu.  Bir an için her an beni tanıyabilir korkusuna kapılıp tekrar Zeze’nin yumuşak tüyleri arasında boğdum kendimi. Hem Zeze’yle olan sohbetimi duyduğu için hem de bakışları üzerimde olduğu için biraz utanmıştım.

“Çiçek alın. Çiçek her şeyi daha da kolaylaştırır. Hatta gelin, hemen karşıdaki benim dükkândan seçelim birlikte.” Ayaklarım ve Zeze önümüzdeki zarif gölgeyi takip etmeye başladı. Ayaklarıma “Benden habersiz ne yapıyorsun?” şeklinde bir bakış attım. Burnuma varan bahar kokusu dükkâna çoktan varmış olduğumuzu dürtükledi zihnime. 

“ Beyaz.”  diye bir şey çıkıverdi ağzımdan.

Gözlerinin kenarındaki yeşiller şaşırdı, Zeze şaşırırcasına miyavladı, dükkandaki tüm çiçekler şaşırırcasına daha çok koku saçtılar küçük dükkana. 

“Beyaz,” dedim. “Beyaz sever, beyaz zambak…”

Ben konuştukça o gülümsüyor, o gülümsedikçe ben daha çok konuşmak istiyordum. Hep gülecekse hiç susmayabilirim galiba diye düşündüm o an. Ben de gülümsüyordum artık. Saman kağıdına sarmış olduğu beyaz zambakları kucağıma uzatırken yüzündeki yeşiller duraksadı.

Cılız bir “Annem de severdi.” cümlesi sarstı beni.

Sarkaç yavaşladı, kamburum ağrıdı, dükkândaki çiçekler yaşlanmaya başladı.

Yırtılan bir tekerlek ve korna sesiyle kendime geldim. Bu yola nasıl girdiğim hakkında bir fikrim yoktu, dükkândan nasıl çıktığımı da hatırlamıyordum ama nereye gittiğimi biliyordum. Günah çıkaracaktım.

“Baştan yasak olan bir yere ne kadar erken varabilirdim ki?” Yeşil ışığın yanmasını beklerken etrafımdaki bakışları fark edince sesli düşündüğümü anladım. Umursamadan kendi kendimi azarlamaya devam ettim. Asfalt, ayak tabanlarımı dövüyordu şimdi. Sarkaç o kadar hızlıydı ki artık her şey hızlı akan renkli bir silüete dönüşmüştü.

Varmıştım. İşte oradaydı.  Duruşundan kızının bir çiçekçi olduğu belliydi. Yazın çekilmiş sarımtırak, yeşil bir filmden çıkmış eski bir fotoğraf gibi duruyordu.

1968-2017

1988’i birlikte kutlamıştık. Her bir gününü kutlamıştık. Başka yıllarımız yokmuş gibi… Yoktu da.  Islandığını fark etmediğim zambakları mermerin üzerine koyarken yalnız olmadığımı fark ettim. Başımı kaldırdığımda sabah yüzünde baharları olan kızımın yeşilleri solmuştu, kaşlarını çatarak alnındaki çizgide benim için küçük bir mezar açmıştı. Tek bir cümlesiyle oraya gömüleceğimi bilerek son nefesimi verdim.

Şimdiye kadar neredeydin?”

Sarkaç durmuştu ve ben yeterince geç kalmıştım.


1 yorum

Zeynep · Mart 21, 2022 1:01 am tarihinde

Bitmesini istemedim..Şaşırtmadın.Çok güzeldi kardeşim🤍

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir