Efe İdris Arslan

Şehrin ayazı ağlayan annenin gözyaşlarından feyz alarak keskin ve yakıcı bir hal almıştı. Rüzgârsa babanın bakışlarından soğukluğu çalmıştı baba, şimdi bir kedi yavrusu kadar çaresizdi. Abi bu soğuktan nasibini almış, donup kalmıştı. Camideki kalabalıkla beraber tabuta doğru ilerlediler. Abi, baba ve diğer erkekler tabutu sırtladı. Tabutun içi boştu sanki hafifçikti. Mezarlığa doğru yürümeye başladılar. Tabutun üzerindeki kırmızı tülbent ince ince yağmur damlaları ile ıslanmaya başlamıştı.

Tabutun içinde yatan kız hariç kimsenin tanımadığı bir genç, kalabalığı dikkat çekmeyecek bir mesafeden takip ediyordu. Kızın bedeni tabuta küçük gelmişti, her sarsıntıda tabutun bir kenarına çarpıyordu. Her çarpışta, gencin ardından cenaze kaldırılacak namazlar gibi kılınmış ruhunda bir cemaat kurşuna diziliyordu. Tabutun geçtiği her yerde kuşlar susuyordu-bülbüller hariç-. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Genç kafasını kaldırıp tabuta bakacak cesareti kendinde bulamıyor, kalabalığın ardında bıraktığı karışık ayak izlerini izleyerek yolunu buluyordu.

Mezarlığın her zaman gıcırdayan o demir kapısı çıt çıkarmadan açıldı. Tabut mezarlığa girdi. Kargalar sustu, kaplumbağalara ateş düştü, köpekler dövüşmeyi bırakıp hazır ola geçti. Kalabalık kazılmış mezara doğru ilerlerken genç mezarı görebileceği yerde bir ağacın dibinde durdu. Tabutu açılmış mezarın yanına koydular. Genç düşündü, acaba tabut açıldığında koşup kızın kefene sarılmış bedenini alıp kaçabilir miydi? Soğuk iklimlere götürseydi onu, ruhunu geriye koymanın bir yolunu bulana kadar çürümeseydi bedeni. Yazıklar olsundu! Nasıl bir ruhtu o öyle, böyle bir bedeni bırakıp gidebiliyordu. Yazıklar olsun! Nasıl bir bedendi o! Böyle temiz bir ruhun gitmesine izin veriyordu. 

Hafiften kendini gösteren yağmur durmuş rüzgarda daha da şiddetlenmişti. Kızın babası ve abisi okunan sureler eşliğinde mezarın içine girdi. Tabutun kapağını açtılar, kızın o hafif ve narin bedeni rüzgârda uçacak gibiydi. Kızın babası ortasından ve ayak tarafından tuttu kefeni, abisi baş kısmından. Babasının elleri tir tir titriyordu, abisiyse tam tersi buz kesilmişti, kıpırdamakta zorlanıyordu. Kızı alıp mezarın içine koydular, kıbleye çevirdiler. Sonra mezardan çıktılar tahtalar yerleştirilmeye başlandı. Genç içinde cereyan eden sayısız duyguyu zapt etmekte zorlanıyordu. Yıllardır görmemişti onu. Yıllardır sesini duymamıştı. Yıllarını onun o şen şakrak hallerini, gülümseyince büyüyen elmacık kemiklerini hayal ederek geçirmişti. Şimdi orada öylece yatıyordu. Beyazlar giyinmişti. O şimdi orada öylece işinden kaytaran bir çocuk sevindirme meleğiydi. O öylece orada şimdi ve orada öylece şimdi o…

Dokuz tahta da yerleştirilmişti. Kürekler alındı ve toprak atılmaya başlandı. Toprağın yere her düşüşünde genç içinden Allah çekiyor, sızlayan kalbini avutmaya çalışıyordu. Umuyordu, dua ediyordu, o toprağa peygamber değmiş olsun. Ağlamak istiyordu ağlayamıyordu. Mezar toprağı yerden yükselip göbekli halini almıştı. Mezarın baş ve ayak ucuna tahtalar saplandı. Kızın teyzesi tabutun üzerinden aldığı kırmızı tülbenti mezarın başındaki tahtaya bağladı. Genç bunu görünce kalbinden geçti. Ne yakışırdı ona kırmızı tülbent, o ay yüzünün ışığını süslerdi. Şimdi ise mezarını süslüyordu. 

İmam, el-Fatiha diyerek duayı bitirdi. Herkes ellerini açıp Fatihasını okudu. Kızın ağlamaktan bitap düşen annesinin göz altları morarmış, tülbenti ise gözyaşlarıyla dolmuş ağırlaşmıştı. Zayıf ve şeker hastası olan anne, bu ağırlığa dayanamamış olacak ki kollarında iki kadınla beraber mezara doğru giderken düşüp bayıldı. Hemen yere yatırdılar. Mezara bakarak derin düşüncelere dalan abi, durumu fark edince hafif bir telaşa kapıldı, donuk yüzünde bir korku belirdi. Koşup annesinin başını tuttu. Baba da korkmak istedi, telaş yapmak istedi. Ama ne korktu ne de telaş yaptı. Çünkü babaydı o, yarım da kalsa babaydı. Hemen koşup eşini kucağına aldı. Oğluyla birlikte koşmaya başladı. Kızın teyzesi ve eniştesi peşlerinden telaşla koştular. Enişte cebinden arabasının anahtarını çıkardı. Baba kucağında eşi, yanında oğlu ile gencin altında durduğu ağacın yanından geçerken gençle göz göze geldiler.  Baba durup kızı musallaya geldiğinden beri etrafta olan bu yağız delikanlıya kim olduğunu sormak istedi. Fakat duramazdı, durmamalıydı da zaten. O üzüntüden bayıldığını zannetse de eşi kalp krizi geçiriyordu. Genç aynı şekilde kızın teyzesi ve eniştesi ile de göz göze geldi. Teyze bu çocuğu bir yerden tanıyor gibiydi, biraz duraksar gibi oldu, fakat koşmaya devam etti. Mezarlıktan çıktılar, önce anneyi arabanın arkasına yatırdılar. Kızın babası ve eniştesi o arabaya binip giderken teyzesi ve abisi arkalarından gelen akrabalarının arabalarına binip gittiler. Kalabalığın bir kısmı dağılırken bir kısmı Kuran okumak ve dua etmek için orada kaldı. Gençse bir süre için mezardan ayırdığı gözlerini mezara geri çevirdi. Sanki bir daha gözünü ayırsa ortadan kaybolacakmış gibi mezara bakmaya başladı.

Annesinin bayıldığını görseydi ne kadar üzülürdü şimdi, diye düşündü genç. Merhamet onun kalbinin sayısız süsünden biriydi çünkü. Gözlerinden sızıverirdi bir anda yaşlar. Çok da narindi. Azıcık hasta olmayı versin simsiyah saçları karışırdı-siyah saçları simsiyah, gece gibi-. Fakat ne olursa olsun o sevgi mahmuru gözlerindeki ışıltı sönmezdi. O gözlere en son bir sahil kenarında bakmıştı. İkisi lisede tanışmış fakat kısa süre sonra kız başka bir şehre taşınmıştı. Birlikte geçirdikleri zamanda cesaret edip ona sevdiğini söyleyememişti. Gittiğinden beri onu düşünmediği bir gün olmamıştı. Ortak tanıdıkları ve arkadaşları vardı. İstese ulaşabilirdi ona fakat bir süre cesaretini toplamayı bekledi. Ona sevdiğini söyleyecek cesareti kendinde bulduğunda ise çok geçti. Çünkü her âşık gibi zamanla böyle uzaktan sevmeye alışmış, kavuşmayı unutmuştu artık. Şimdi ise bu korkaklık ve alışmışlığın bedelini, sevdiği kızı son kez görememiş olarak üzerine atılmış bir yığın toprağı seyrederek ödüyordu.  

Mezarlıkta edepsiz bir bülbül şarkı söylemeye başladı. Orhan Gencebay mıydı bu? ‘‘Geri dönmez artık giden sevgililer’’.  Gencin içine bir korku düştü. Belki de içinde büyümeye bekleyen umutsuzluk ilk filizlerini veriyordu. Baktığı süslü toprak hayallere sığınıp inkar ettiği çaresizliğini bir tokat gibi yüzüne vuruyordu. Mezarın başındaki kalabalık önce birkaç kişiye düştü, sonra mezarın başında yalnızca imam kaldı. İmam soru meleklerinin sorularını sorup cevaplamaya başladı. Bu ona bir şiiri hatırlattı.

‘‘Gün doğar sen Leyla’yı düşün

Gün batar sen Leyla’yı düşün

Sana ne?

Kim kalmış, kim ölmüş?

Kim darılmış kim küsmüş?

Ölürsen gömülürsen

Melekler sormadan

Sen yine Leyla’yı düşün.’’

İmam görevini bitirip oradan ayrıldı. Gün batıyordu. Genç ürkek adımlarla mezara doğru yürümeye başladı. Sonra durdu düşündü, neden ürküyordu. Hala neden korkuyordu. Bu kadar korkak olmasa en azından şimdi orada yatan kız onu sevdiğini bilirdi. Yeterince geç kalmıştı zaten. Yeniden yürümeye başladı ama bu sefer cesur ve emin adımlarla. Yürümek yavaş geldi. Koşmaya başladı. Mezarın başına geldi. Diz çöktü. Nemli toprağı avuçlayıp sıktı. O zamana kadar akmayan gözyaşları bir anda akmaya başladı. Alnını toprağa dayadı. Zor nefes alıyordu. Konuşmaya çalıştı, konuşamadı. Hava daha da soğumuştu. Yağmur yeniden yağmaya başladı. Genç üzerindeki deri ceketi çıkarıp mezarın üstüne örttü. Ceket uçmasın diye hafifçe üzerine çöktü. Yağmur bu sefer duracak gibi değildi. Giderek hızlandı. Uzun bir süre yağmurun altında ıslanarak toprağı seyretti. Gözyaşları yağmura karışıp toprağa düşüyordu. Hava iyice kararmıştı. 

Sırılsıklam omzunu bir el tuttu. Arkasını döndü kızın teyzesi elinde bir şemsiyeyle hüzün ve merhamet dolu gözlerle ona bakıyordu. Önce şemsiyeyi genci de yağmurdan koruyacak şekilde tuttu. Montunun iç cebinden bir defter çıkardı ve gence uzattı. Genç titreyen elleriyle uzanıp defteri aldı.   Bu defterin gencin içindeki suçluluk duygusunu onu cehennemden çıkmışçasına yakıp kavuracak bir azaba çevireceğinden haberi yoktu. Kızın annesini hastanede beklerken hatırlamıştı bu çocuğu, daha doğrusu yeğenin anlattıklarını hatırlamıştı. Yeğeninin yıllardır hasretiyle yanıp tutuştuğu çocuktu bu. Çocuğa sevdiğini söyleyemeden taşınmışlardı, sonra da ileri seviyede kanser hastası olduğunu öğrenmişti. Sonu hüsranla bitecek bir sevdaya başlamayıp kimseyi üzmek istemediği için aşkını içine gömmüş, çocuğa ulaşmaya çalışmamıştı bile. Kızın teyzesi, annenin durumu biraz daha iyi olunca ona giyecek kıyafet alma bahanesiyle evlerine geçip kızın tuttuğu defteri almış ve gence getirmişti. Elindeki şemsiyeyi gencin diğer elinde verdi. Yeğenin başucundaki tahtaya bağladığı tülbende bir öpücük kondurdu ve gitti. 

Genç şemsiyeyi koltuğunun altına sıkıştırdı, cebinden telefonunu çıkardı ve fenerini açtı. Bir elinde defter diğer elinde telefon okumaya başladı. Kızın yıllardır onun gibi yandığını okudu. Kızın hasretiyle nasıl göçüp gittiğini okudu. Yaşadıklarını, büyük aşk, hasret sanırken aslında korkak bir köpekmiş bunu okudu. Ödlekliğini okudu. Sevdiği kızı öldürenin kendisi olduğunu okudu, okudu, okudu. Defter aşk şiirleri ile doluydu. Hasret dolu şiirler… Bazı sayfalarda gencin ismi özenle yazılmıştı. Bazı sayfalara kızla olan anıları yazılmıştı. Burada da gencin isminin altı çizilmiş ve etrafına küçük kalpler karalanmıştı. Yine bir sayfanın tamamına özenle ve büyük harflerle gencin ismi yazılmış, altında da kırmızı bir öpücük kondurulmuştu.

Genç, kızın yazdıklarını okudukça çürüyordu. Defterin sonuna doğru gidildikçe kızın yazısı kötüleşiyor, yazıları ve şiirleri daha sitemli ve isyankâr bir hal alıyordu. Genç defterin son sayfasına geldiğinde derin bir nefes aldı. Kız defterin son sayfasına titrek bir yazı ile ‘‘seni seviyorum’’ yazmıştı. Genç okuduktan hemen sonra telefonun şarjı bitti ve ışığı söndü. Sabah ezanı okunmaya başladı. Genç, kızın toprağına baktı; ‘‘Allah şahidim olsun ben de seni çok seviyorum ölü kız.’’


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir