Hüdâbin

Bir yanım ardına bakmadan delice kaçmak kaybolmak istiyordu. Bir yanım ise her şeye rağmen kalıp yola devam etmek… Hoş ikisine de mecalim yoktu ya! Tüketmiştim zira sabrımın büyük bir bölümünü. Bir ömür boyu bana yetecek sabrı şu birkaç yıl içinde tüketip durmuştum. Gözlerime hücum eden gözyaşlarıyla başım beladaydı şimdi.  Kalbimin kırık yanlarından süzülerek akıyor gibiydiler. Canım acıyordu. Hem de çok… Önümde duran valize dayadım başımı. Sessiz hıçkırıklarla ağlamaya devam ettim. Gitmek ile gidememek arasına sıkışmış kalmıştım. 

Az önce duyduğum gerçeklerin yankısı kulaklarımdaydı hâlâ. “Evlen dediniz evlendim işte baba! Torunda verdim kucağınıza. Daha ne istiyorsunuz benden? Neva’yı sevmemi mi? Sevmiyorum işte. Ne yapayım sevmiyorum onu! Siz istediniz diye evlendim onunla. Ama benden onu sevmemi, aşık olmamı beklemeyin. Beni rahat bırakın!” Ah gerçekler. Ne çok geç öğrendim sizi. Her kelimesi bıçak keskinliğinde ruhuma saplanan gerçekler. Demek… Demek Rüzgar sadece ailesi istediği için evlenmişti benimle. Demek… Kelimeler boğazımda düğüm düğüm… 

Ardıma bakmadan gitmeliydim. Hem de hemen şimdi. Ama nasıl? Nasıl gidebilirdim ki? “Anne! Anneciğim!” diyerek yanıma koşan dört yaşındaki oğlum Enes’e başımı kaldırdım. Beni bu halde görmesi iyi olmamıştı. Bana diktiği mahzun bakışlar, yanaklarıma dokundurduğu minik elleriyle gözyaşlarımı silmeye çalışması ve “Anne ağlama!” deyişleri… Önümdeki valize bakarak: “Nereye gidiyoruz?” diye sormaları. Ardından itiraz edişleri: “Dedem beni lunaparka götürecekti ama. Bugün hiçbir yere gitmesek olmaz mı anneciğim?” Son cümlesi  bir ok gibi saplandı yüreğime. “Gitmesek olmaz mı anneciğim?” Ah yavrum! İlk göz ağrım.  Sahi çocuklarımız vardı değil mi, diye düşündüm yüreğim binbir parça halinde. Bu aileyi dağıtmaya hakkım yoktu. Abim ve babaannem geldi gözümün önüne. Hayatımda var olan en değerli iki insan. Mutlu olduğumu sanıyorlardı ikisi de. Bu yüzden onlar da mutluydu. Şimdi tüm mutsuzluğumu, acımı kusup onları perişan edemezdim. Ya Rahmi Babam! Babamın yokluğunu hissettirmeyen, bana hep baba gibi davranan güzel insan.  Ya  Kumru Annem! Doğarken kaybettiğim ve hiç görmediğim annemin şefkatini hissettiğim o kolların sahibi, şefkat timsali Kumru Annem. Onları nasıl bırakırdım? Öz kızları gibi benimsemiş sahiplenmişlerdi beni. Şimdi arkamı dönüp giderek onları yüzüstü bırakamazdım. En çok da evlatlarımı, darmadağın olmuş, çatısı eksik bir yuvada büyütemezdim. Bir evin çatısıydı anne ve baba. Onlar ayrıldı mı yok olup giderdi aile. Herkes bir tarafa savrulurdu sonbahar yaprakları misali. Bunu yapamazdım. Gözyaşlarımı silip kendimi toplamaya çalıştım. Yola devam etmeliydim ne olursa olsun! Enes’i kucaklayıp onun kokusuna sığındım. Huzur veren, beni teskin eden kokusuna. Kararımı vermiştim. Gitmeyecektim. Bu evliliği sürdürecektim. Beni sevsin, görsün, değer versin diye yıllarca peşinde koşturduğum eşim Rüzgar için değil, evlatlarım için  yürümeye karar verdim ve o gün, evet o gün Rüzgar’da savrulmayı bıraktım. Bundan sonra sadece evlatlarım olacaktı. Onlar için yaşayacak, onlar için arşınlayacaktım tüm yolları. Bekleyişler sokağından topladım tüm parçalarımı ve hepsini bir sandığa koyup kalbimin en ücra köşesine gömdüm o gün. Beklenen gelmeyecekti artık anlamıştım. Beklenen dönmeyecekti yüzünü bana… Sevmeyecekti işte… Beni hiç sevmeyecekti. Mecburen evlenmişti benimle. Annesi babası istemişti diye. “Anneciğim ne olur gitmeyelim.” diye tekrarladı Enes, masum bakışlarını gözüme dikerek. Kendimi toplamaya çalıştım. Zoraki konuştum. “Tamam oğlum! Gitmiyoruz.”  Duyduğu cevap karşısında yüzü aydınlandı. Kocaman bir gülücük gelip kondu minik yüzüne. “Yaşasın gitmiyoruz.” diyerek boynuma atladı. Ah oğlum! Masum yüzlüm!

Az önce valize koyduğum kıyafetleri tekrar çekmecelere yerleştirerek gitmekten vazgeçtim. O gün ben sadece gitmekten değil bir çok şeyden vazgeçtim. En çok da Rüzgar’dan. Onun sevgisinden, onu beklemekten… O gün ne kadar yorulduğumu ve bu uğurda ne çok şeyi feda ettiğimi fark ettim. En çok da bekleyişler sokağındaki fırtınaların neden olduğu yıkılmaların sancısıyla inleyerek acılarıma gömülerek vaktimi ziyan etmişliğimi. Tüm herşeyim Rüzgar olup çıkmıştı yıllardır ve ben gece gündüz onda savrulup durmuştum. Onda dökmüştüm tüm yapraklarımı ve ben kimsesiz, yapayalnız, çaresiz bir oraya bir buraya düşüp solmuştum. Soldurmuştum tüm umutlarımı, hayallerimi… Tükenmiştim… Ama en çok tüketmiştim. Evet en çok da zamanlarımı tüketmiştim. Dolu dolu geçirmem gereken zamanlarımı gözyaşlarıma takmış, birer ikişer akıtmıştım hiçliğe. Şu an düşünüyorum da çok yazık etmişim kendime. En çok da zamanıma. Onca yıl içinde neler neler yapardım kim bilir? Ne okuluma devam etmiştim  ne de hayallerim için çabalamıştım. Her şey eksik, her şey yarım kalmıştı. Günler eksilmişti penceremden ve ben durup öylece izlemiştim farkında olmadan. Artık eksilmeyecektim. İzin vermeyecektim buna. Hem artık evlatlarım vardı benim. İki çocuk annesi olma yolunda gidiyordum. En çok onların ihtiyacı vardı bu hayatta bana. Artık eksiltmemeliydim kendimden.  Yoksa bana fani, geçici heveslerin sancısıyla ziyan edilmiş bir ömür ve hasta bir beden kalırdı. Bedeni en çok tahrip eden şüphesiz üzüntü ve stresti. Üzüntü ve keder kök saldı mı bedende yavaş yavaş onu kurutup mahvederdi. Buna izin vermemeliydim. En çok da ömrümün heba olmasına izin vermemeliydim ve işte o gün vazgeçtim ben beklemekten.  Çocuklarımın minik ellerinden tutarak yepyeni bir Neva olarak yola devam edecektim. İnanın gitmeyi çok istedim. Ama yapamadım. Dağılmış bir yuvada evlatlarımı büyütmek istemiyordum.

O günün üstünden aylar geçti. Rüzgar hariç etrafımdaki herkes ikinci bebeğimizin gelişini heyecanla bekledi. Hele en yakın dostum Doğa; sırdaşım, arkadaşım, ahiret yoldaşım, kardeşim, varlığına hep şükrettiğim! 

Kız olsun diye durmadan dualar ediyordu. Duası kabul olmuş ve Elif’im, gözümün çiçeği doğmuştu. Duasının kabul olması karşısında nasıl da coşmuştu Doğa. Şimdi o anı gözümün önünde canlanıyor ve gülümsüyorum. Doğa o sene okulu bitirmiş mezun olmuştu. Burada ufak bir ofis açmıştı kendisine. Arada şehir dışına çıkması gerekiyordu. Onun dışında her fırsatta bize uğrar Rahmi Babamın gözü gibi baktığı bahçede oturur karşılıklı çay içip sohbet ederdik. Bazen de oyunlar oynardık. Hiç büyümeyen ve hep çocuklar gibi şen olan dostumun varlığı huzur veriyordu bana. İster istemez ben de onun yanında çocuklaşıyordum. Saime Abla’yı da unutmamak gerek.  O zamanlarda yeni taşınmışlardı mahallemize. Arada gelip giderdi bize. Eşini ve çocuklarını depremde kaybetmişti yıllar önce. Yıkılmış virane olmuştu sahip olduğu her şey. Anılarının hep ter û taze olduğu şehir ona dar gelmiş ve oradan taşınıp buraya yerleşmişti. Gözlerinin derinliklerinde hep bir hüzün hakim olurdu. Çocuk ruhunun arkasına saklardı bu hüznünü. Onu gören ne derdi, ne tasası var sanırdı. Oysa o acıların en büyüğünü yaşamış, kalbi en büyük yıkımların altında sıkışıp kalmış ve çok kan kaybetmişti. Buna rağmen hâlâ ayaktaydı. Güçlü duruşu en çok beni hayran bıraktırırdı kendisine. Onca acıya göğüs germiş ruhu hâlâ bir çocuk edasıyla şendi. Gülücükleri insanı coştururdu. Varlığı mutluluk veriyordu Saime Abla’nın.

Koskoca altı yedi yılın sancısıyla kıvranmış ruhum yavaş yavaş iyileşiyordu gibi. Çocuklarımla oynadığımız oyunlar, deli gibi oradan oraya koşturmalarımız ve yaramazlıklarımız merhem oluyordu yaralarıma. Okuluma kaldığım yerden devam etmem, öğretmen olma hayalime adım adım yaklaşıyor olmam da hakeza…  Ama en çok dualara durmam ve kendimi ibadete, kulluğa vermem merhem olmuştu. İyileşiyordum artık. Çünkü yüzümü Ebed Sultanı’na döndürmüştüm. O’na yüzünü dönen hiç döner miydi gerisin geriye? Hiç kötü olabilir miydi? Yaralar da iyileşirdi, yollar da açılırdı, bahar olurdu her yer. Coşardı kalpler kuş misali maviliklerin doruklarında. Kanat dansı yapardı mesela. Her yere keşfe çıkar temaşaya dururdu kâinatı. Meğer asıl kör olan benmişim de farkında değilmişim. Dünya dertlerine dalıp görememişim birçok güzelliği. Okuyamamışım kâinat kitabını. Satırlarında gezinememişim. En çok da kendimi okuyamamışım. İnsan ki kâinatın dürülmüş hâli. Kâinatta ne varsa bir numunesi, bir örneği insanda vardır çünkü. Keşfe çıkamamışım kendimi. Kör ve sağır etmiş dünya dertleri beni. Ayinenin cazibesine kapılıp gitmişim. Oysa asıl güzellik ayinenin sahibine aitti. Bunu görememişim maalesef. Çünkü güzel olan her şeyin var edicisi Kâinat Sultanıydı. O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerini yansıtıyorlardı. Ama güzelliği o varlığa isnad edip ona vuruluyorduk. Oysa gerçek sevgi ve aşk o güzelliğin asıl sahibine olmalıydı. Ben Rüzgar’ın sevgime, aşkıma kör ve sağır oluşuyla hayıflanmıştım durmadan. Oysa kör ve sağır olan benmişim. Ama fark edememişim. Güzelliklerin asıl sahibini görememişim. Öylece yaşamışım meğer. Bunu fark ettikçe acılarım mahcubiyete inkılâp etti. Pişmandım hem de çok… Boşa harcadığım dakikaların, saatlerin, günlerin, haftaların, ayların ve dahi yılların acısı ile kavrulmaya başladım bu defa. Durmadan bunun için af diliyordum Rabbimden. Eskiden Rüzgar  yok diye sabahlara kadar ağlayan ve gözleri şiş uyanan ben artık Rabbimin huzurunda O’ndan af dileyerek ağlıyordum. Gözyaşlarım bile değişmişti. Gecem gündüzüm artık Ebed Sultanı olmuştu. Kendimi O’na beğendirme çabalarındaydım. O’na sevdirme uğraşlarındaydım. O beni sevsin, O beni görsün, O beni fark etsin diye elimden geleni yapıyordum.  O’nun sevgisine talip olmuştum. O sokaklarda dolaştıkça ruhum huzura kanatlanıyor, göz pınarlarım ışıltılı yaşlarla dolup taşıyordu. Yüreğime dinginlik veriyordu yanaklarımdan her süzülüşte. Acımıyordu sol yanım. Acıtmıyordu bu gözyaşları. Bu gözyaşlarımı birer inci tanesi gibi takmıştım boynuma. Onların varlığı beni güzelleştiriyordu Rabbimin huzurunda. Bunu hissediyordum. Rabbim böyle daha çok seviyordu beni. Hissediyordum. Rabbimin rahmetini, merhametini daha çok celbettirip beni ona yaklaştırıyordu. İşte bunu fark ettiğimde bir daha dünya dertleri için gözyaşı dökmemeye karar verdim. Beş paraya değmez elmas parçacıkları için koşturup ağlamayacaktım artık…


4 yorum

HÜDABİN · Aralık 17, 2022 1:18 am tarihinde

MİHEN adlı romanımdan bir kesit olduğunu buraya not düşeyim. Bu kesiti kısa bir öyküye dönüştürdüm 🙂 gözyaşlarıyla yazdığım bu satırlarımın nice gönüllere dokunması temennisiyle…

-Hikayenin yazarı HÜDABİN-

    Terapist anne ayfer · Aralık 21, 2022 6:23 am tarihinde

    Kalem ve kelamını baki olsun cancagızım

bulent · Aralık 18, 2022 10:02 am tarihinde

Kendini ihmal etmiş bir ruhun bunun bedelini ruhunda yalnızlık ile ödemesi ama daha sonra bunu sonsuza uzanan yolculuk için çıkış noktasına çevirmesi aşk ı mecaziden aşk ı hakikiye geçişi bu arada huzurun hazır paket semadan inmediği,çile sabır ateşinde ızdırapla pişerek insan ruhuna ikram edildiği anlatılan Harika bir öykü olmuş kaleminize sağlık efendim

    Hudabin · Aralık 18, 2022 3:04 pm tarihinde

    Çok teşekkür ederim değerli yorumunuz için efendim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir