Hazal Keser Demirel

Kalbimin çarpıntısını bastıracak bir seslilikle yutkundum. En azından kendim duymuştum. İşaret parmaklarım baş parmaklarımı tırnaklamakla meşguldü. Ayak parmak uçlarım topuklarımın aksine birbirine değiyor, çarpık bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Her zamanki alışkanlığımla farkında bile olmadan dişlerimi sıkıyor, çene kaslarıma fazla mesai yaptırıyordum. Gözlerim gayri ihtiyari etrafı kolaçan ediyor, kafamı meşgul edecek bir şeyler arıyordu. Tırnaklarımın baş parmaklarımda yara açmasına ramak kalmış olacak ki, yol arkadaşım ellerimin üzerine ellerini koyup beni durdurdu ve o sıcak gülümsemesinden bir parça nasiplendim. Bu adamın sevgi dolu tek bir bakışı hayatı daha yaşanılır kılıyor.  Kalbimdeki bu yumuşama için ve yol arkadaşım için Allah’a şükrediyorum. Ben de ona gülümsüyorum ama sanırım benimki gergin bir gülümseme.

Vakit geldi. İçeri yalnız giriyorum. Doktorun karşısına oturup ellerimi koyacak bir yer arayışına giriyorum, 4 yıldır bu odaya her girdiğimde olduğu gibi. Ben henüz kendimi odaya yerleştirememişken doktor kanseri yendiğimi, beni tebrik ettiğini, artık her şeyin güzel olacağını falan söylüyor. Afallıyorum. Yüzümdeki boş ifadeden haberi henüz idrak edemediğimi anlamış olacak ki tekrar ediyor. Bu sefer gülümsüyorum. Başka bir tepki vermek istemiyorum çünkü bu oda benim ne heyecanıma, ne mutluluğuma, ne de gözyaşıma yetmeyecek biliyorum. Dışarı çıkıyorum. Yol arkadaşım her zamanki gibi ümitsizce beni teselli etmek, bağrına basmak için hazır, bekliyor. Ona dolu dolu gözlerimle gülümsüyorum ve bu kapının önünde ilk kez mutluluktan ağlamaya başlıyorum.

Eve dönüş yolunda gökyüzü daha parlak, güneş daha sıcak, deniz daha bir mavi olmuş sanki. Başımı arabanın camına yaslayıp hafiften yüzümü okşayan ılık rüzgârın tadını çıkarıyorum. 

İnsan doğduğu andan itibaren tüm benliğiyle bir şeylerin arayışı içinde oluyor. Hep bir hedef, hep bir yön arayışı. Bu arayış ki bizi cümle mahlukattan ayırıp eşref-i mahlukat sıfatına layık olduruyor. Hedefleri biz mi belirleriz yoksa hayatın rüzgârı mı bize yön verir bilmiyorum ama sanırım bunun zaten bir önemi yok. Hep söylenir ya, önemli olan yolda olmak! 

Hastalık süreci bana hep hayatı, yolumu, yönümü sorgulattı. Geçmişin özellikle  keşkeli odalarının kapılarına kilit vurdum. İyi ve kötü yaşadığım her şey, yaptığım her seçim beni bugüne getirmişti ve bugünkü beni yaratmıştı. Yıllar içinde okunan her bir kitabın ruhumuza nakış nakış işlemesi gibi… Anılarımın hepsini ama hepsini kucakladım, onları sevdim, kabul ettim ve geçmişte bıraktım.

Hayata yeniden başladığım gün bugün değil, hasta olduğumu öğrendiğim gündü aslında, ölüm gerçeğinin yüzüme tokat gibi çarptığı gün. Hz. Ömer’in, kendisine sırf her gün ölümü hatırlatması için birini tuttuğu malum kıssa beni çok etkilerdi ama yeterince idrakine varamadığımı bu vakitlerde anladım. Şairin, hepimiz ölecek yaştayız, dizesini hep bir masal gibi okuyup geçtiğimi de… Burada mesele sadece ölüm ve sonrası değildi. Ölüm gerçeğinin hayatımızı nasıl muazzam bir yola soktuğuydu aslında. Ölüm bizi gerçek hayatta tutan, sanal ve dünyevi her bir hevesten alıkoyan yegâne şeymiş meğer! İnsana yolunu ve yolun sahibini unutturmayan en büyük gerçek! 

-İstediğin bir şey var mı?

Eşimin sesiyle daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Zar zor kafamı toparlayarak “y-yok…” diyebildim. Arabadan inip markete girdi. Tabii ki istediğim bir şeyler vardı. Dalgınlığımı fırsat bilip çabucak inmeseydi her zamanki gibi çikolata isteyecektim. Neyse… Evin yakınlarına gelmişiz bile. Ne çabuk bitti bu yol. Üzerimde müthiş bir dinginlik var. Heyecan ve mutluluğun dışa vurumunun bu şekli çok az görülmüştür herhalde. Ama tabii ki bunun üzerinde fazla duracak değilim. Ruhumun yorgunluğuna verip geçiyorum. Yorulmak ve dinlenmek o kadar kıymetli ki. 

Bu güzel yorgunluğun tadını çıkarmak için gözlerimi kapatıp başımı geriye yaslamıştım ki marketin olduğu taraftan gelen büyük bir gürültü beni yerimden sıçrattı. Ben daha ne olduğunu kavrayamadan yolun ortasında bir kalabalık perdah oldu. Kalabalığın arasından yerde kanlar içinde yatan birini gördüm. Ayağında eşimin ayakkabılarının aynısı vardı. Afalladım. Dizlerimin bağı çözüldü sanki, oraya doğru koşmak istiyor ama bacaklarımı hareket ettiremiyordum. Olduğum yerden asfalta saçılmış market poşetlerini seçebildim. Aralarında en sevdiğim çikolatalardan da vardı. Ben istemeyi unutsam da her seferinde alırdı, yine almıştı. Sonunda şoktan çıkıp yanına gidebildiğimde çoktan kalbi durmuş, emanetini teslim etmişti. Yol arkadaşım ve sıcacık gülümsemesi ebedî hayatına kavuşmuştu. Böyle ifade edildiğinde acısı daha dayanılır gibi oluyor.

Şairin söylediği ve yakın zamanda kanıtladığı gibi:

“Hepimiz ölecek yaştayız.” 


2 yorum

Ahmet · Mayıs 23, 2022 11:14 pm tarihinde

Kaleminize sağlık. Uzun zamandır bu kadar etkileyici bir öykü okumamıştım. Basarilarinizin devamını dilerim kardeşim.

    Hazal Keser Demirel · Mayıs 26, 2022 5:11 pm tarihinde

    Değerli yorumunuz için çok teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir