Hüdabin

Gün yine akşama akıyordu. Sezai birazdan işten çıkacak her zaman yaptığı gibi fırına uğrayıp üç ekmek alıp evin yolunu tutacaktı. Kapıyı eşi açacak ve  kapının önünde üstündekileri çıkarttırıp  hemen banyoya gönderecekti. Duşa sokup temiz giysiler giydirecekti. Temiz kıyafetlerini giymeden asla salona giremezdi. Ne kadar yorgun olursa olsun yine de bu böyle olurdu. Bunları hatırlamasıyla derin bir nefes alıp verdi. Eve gidesi yoktu. Eve adımını atar atmaz yapılacaklar listesi gözünde korkunç göründü. Eşinin titizliği, her şeyde bir tertip düzen olması konusunda baskısı onu bıkkınlık derecesine getirmiş gibiydi bugün. Her şeyin belli bir düzende olmasına ehemmiyet verir, bir yerde en ufak bir eğrilik, düzensizlik görse kıyametleri koparırdı. Sofrada da bir tertip vardı. Tek bir kırıntı dahi masaya düşmemeliydi mesela. Yemekler yavaş ve derin bir sessizlikte yenilirdi. Tek bir çatal, kaşık sesi gelmeyecek, tabağa yumuşak bir şekilde kibarca ve ses çıkarmadan değdirtilecekti. Tabaklar altında hiçbir şey kalmayacak hepsi yenilecekti. Ağırlıklı olarak sebze tüketiliyordu ve o bunları hiç mi hiç sevmiyordu. Zoraki de olsa tabağını bitiriyor, sesini çıkarmıyordu. Evdeki terlikler renklerine göre ve çok düzgün bir şekilde diziliyordu mesela. Evde hep bir uyum bir ahenk vardı. Bir kere eve gidip paltosunu bir köşeye fırlatsa büyük bir sorun olurdu. Hele kanepeye kendisini atması asla mümkün olamazdı. Ne vardı sanki ufacık kestirse kanepede… Ama yok. Kesinlikle böyle bir şeye teşebbüs edemezdi. Onu bırakın kanepede rahat oturduğu bile olmamıştı. Neymiş örtü bozuluyormuş. Yorgunluktan uyku basıp da başı yana düşmeyiversin hemen anında onu  uyandırırdı.   

“Sezai! Canım kanepe bozuluyor. Yastık yamuldu. Hadi sen yatağına geç istersen.” Ne vardı yani biraz şu koltuğa kıvrılıp kestirsem, diyerek söylenirdi. Söylenirdi söylemesine de yine kâr etmezdi.  

“Ama hayatım! Koltuğun örtüsü bozuluyor. Hem zaten rahat etmezsin sen burada. Geç yatağına rahat rahat uyu.” sözlerinin altında doğru yatağına giderdi. Neredeyse beş yıldır hayat hep böyle geçiyordu. Bu monotonluk bir müddettir artık canını sıkıyordu. Sabah erkenden uyan, işe git, akşama kadar tekstilde çalış. Kimi zaman mesaiye kal. Ardından yorgun argın geldiğin evinde kendini hemen kanepeye atmak yerine doğru banyoya yollan vs. Birkaç gündür evlilik hayatındaki bu monotonluğu düşünüyordu. Hayatı hep böyle mi geçecekti? Hiç mi rahat etmeyecek eşiyle güzel anılar biriktirmeyecekti?  Birkaç kere birlikte bir tatil köyüne gitme teklifinde bulunmuştu. Eşi orada nasıl kalırız diye itiraz etmişti. “Kim bilir kaç insan kalmıştır o odalarda.   Hiç hijyenik değil. Hem de hiç. Hayatta kalamam böyle bir yerde.” Yemeğe çıkma tekliflerini de reddederdi. O masalara oturup nasıl yemek yeriz, o yemekler kim bilir ne şekilde pişirilmiş. Eldiven kullanmışlar mıdır acaba?” derdi midesini bulandırarak.  Onunla birlikte ne bir yere gidebiliyordu ne de geziyordu. Hep evdeydiler. Pek misafir de kabul etmezdi. Çok yakın akrabalar gelse bile onlar gider gitmez evi baştan sona temizlerdi. Hayatından bezmişti artık. Ne yapılacaksa yapmıştı aslında. Bu monotonluktan kurtulup farklı şeyler yapmayı teklif etmişti, hatta bir keresinde ona dışardan çiçek bile alıp getirmişti. Çiçekleri önce balkona götürüp bir güzel yıkamış kurulamış öyle getirip vazoya koymuştu. Bunda bile bir şey bulmuştu. Yeni evlendiklerinde aslında bu kadar aşırı takıntıları yoktu. Ne olduysa hep o tedavilerden sonra olmuştu. Kaç defa tüp bebek tedavisi görmüş, fakat olumlu sonuçlar alamamışlardı. En son tedavide ikizlere hamile kalmıştı. Ama ne yazık ki mikrop kaptığı için bebeklerini iki aylık iken düşürmüştü. Zaten ondan sonra bir daha çocuk sahibi olamadılar. Bu yaşadıklarından sonra eşi böyle takıntılı biri haline gelmişti. Başlarda ona ayak uydurmuş, ses çıkarmamıştı üzülmesin diye. Lakin günden güne artınca artık itiraz etmeye başlamıştı. İtiraz etse ne olacaktı ki… Eşi daha baskın çıkıyordu. O yüzden yine onun dediği gibi oluyordu. Zamanla artık bu takıntılar onların bir çeşit hayat düzeni oluverip çıkmıştı. Şimdilerde bu durum artık gün geçtikçe canını sıkmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kararını vermişti. Ne olursa olsun onu karşısına alacak ve boşanmak istediğini, bu evliliği bitirmek istediğini söyleyecekti. Bunu nasıl yapacaktı bilmiyordu. Ama yapacaktı. Kararlıydı. Bu böyle devam edemezdi.   

Sezai bezgin bir halde önce fırına uğradı. Üç ekmek alıp evin yolunu tuttu. Kapıyı çaldı. Eşi kapıyı açtı. Yüzü biraz solgun görünüyordu fakat o, aklındaki boşanma mevzusundan dolayı fark etmedi. Ruhsuz bir selamdan sonra bir şey demeden  kapıda soyundu. Kıyafetlerini çıkarıp doğru banyoya geçti. Yakında kurtulacağı bu düzenin sevinci vardı kalbinde. Duş alıp temiz kıyafetlerini giyerek yemeğe indi. Yemek hazırdı. Yemek masasının yanında duran küçük bir bavula ilişti gözleri. Ne oluyordu? Yoksa eşi hissetmiş miydi birazdan onunla konuşacaklarını? Anlamış mıydı tavırlarından da bu yüzden bavulunu hazırlamış gidiyor muydu? Merakla bir bavula bir eşine bakıyor olanları anlamaya çalışıyordu. O sormadan eşi konuştu. Oldukça üzgündü. Sesi ağlamaklıydı.  

“Canım, kız kardeşim aradı. Annemi hastaneye kaldırmışlar.  Şu an hastanedeler. İki saat sonra ameliyata alacaklarmış. Biliyorsun kız kardeşimin küçük bebeği var. O yanında kalamaz. O yüzden benim gitmem gerekiyor.” Duydukları karşısında ne diyeceğini bilemedi. Donuk bir ifadeyle onu dinliyordu. Bunları söyledikten sonra vedalaşıp gitti. Gitmeden son kez baktığında anladı, onunla gelmesini istiyordu. Tepkisiz kaldığını görünce bir şey demedi ve çıkıp gitti. Gitmek istememişti. Evet biraz yalnız kalması için bu bir fırsattı onun için. O yüzden onu götürme teklifinde bulunmadı. Hem zaten ona ihtiyacı da yoktu ona göre. Kendi arabası vardı. Arabasına atlar giderdi. Eşi çıkıp gittikten sonra sofraya oturdu. Birkaç dakika öylece durdu. Hiç iştahı yoktu. Hiç bir şeye dokunmadan geri kalktı ve masayı topladı. Daha sonra televizyonun kumandasını alıp kanepeye geçti. Evdeki sessizliğin yerini televizyon aldı. Bir müddet kararsızlık içinde bir o kanalı açtı, bir bu kanalı açtı. İzleyebileceği pek bir şey bulamadı. Az sonra yorgun düştü. Kafası istemsiz önüne düşüyordu. “Kanepeye kıvrılıp yatayım biraz.” diye düşündü. Tam uzanacakken kanepenin bozulmasına gönlü el vermedi, o yüzden vazgeçti ve uykulu gözlerle zoraki yerinden kalkıp  yatağına geçti. Kanepeyi neden bozacaktı ki? Uzanıp rahat rahat uyuyacağı yatağı dururken. Pijamalarını giydi. Çıkardığı kıyafetleri öylece oraya fırlatıp yatağına geçti. Eşi yoktu ne de olsa. Her zamanki gibi katlayıp dolaba yerleştirmese de olurdu. Olurdu olmasına da bir huzursuzluk çöktü üzerine. O kıyafetlerin dağınıklığı onu kötü hissettirdi. Dayanamayıp çıktı yataktan. Fırlattığı kıyafetleri aldı ve katlayıp dolaba yerleştirdi. İşte şimdi olmuştu. Huzurlu bir şekilde yatağına geçebilirdi. Aklına eşi geldi. Acaba ne yapmıştı? Arasam mı diye düşündü? Vazgeçti. Bir müddet yalnız kalmak istedi. Yatağına geçti ve uyudu. Sabah her zamanki saatte uyandı. Hazırlanıp çıkacaktı ki ayakkabılıktaki terliklere kolu çarptı. Hepsi bozuldu. Eşi yoktu dağınık kalsalar da olurdu zaten. Kapıya yöneldi. Kolu çevirecekken istemsiz durdu. Terlikleri o şekilde dağınık bırakıp gitme fikri bir yumru gibi çöktü göğsüne. Bir yanı “Aman! Boşver. Bırak dağınık kalsın.” diyordu. Ama diğer yanı düzeltip öyle gitmesi gerektiğini. Diğer ses ağır bastı. O yüzden ayakkabılığa yöneldi. Terlikleri düzeltti. “İşte şimdi oldu.” dedi gülümseyerek. Sonra hızla kapıya yöneldi ve çıktı. Gün boyunca çalışırken bir garip hissetti. Öğle tatilinde eşi aradı. Birkaç gün daha hastanede kalacağını söyledi. Bu duruma sevindi. Bir müddet kafasını dinlemek iyi gelecekti. En azından eşi gelene kadar biraz daha cesaret toplar, öyle söylerdi boşanmak istediğini. Bu akşam ne yapsam, diye düşünürken uzun zamandır hiç yapmadığı bir şey geldi aklına. Eve arkadaşlarını çağırmak. Beraber maç izler muhabbet ederlerdi, diye düşündü. Bu fikir onu çok mutlu etti. Öğle tatilinde çok yakın olduğu üç  arkadaşıyla konuşup onları eve davet etti.  Akşam 20.00’de  onun evinde buluşacaklardı. Şimdiden heyecanlanmaya başlamıştı. Zira uzun zamandır yapmadığı bir şey yapacaktı. Arkadaşlarını evde dilediği gibi ağırlayacaktı. Akşamı zor etti. Eve bu defa yüzü gülerek gidiyordu. O her zamanki ağırlık ve eve gitmek istememe duygusu yoktu. Fırından bir ekmek aldığı gibi doğruca eve gitti. Ne de olsa o tekti. Bir ekmek yeterdi ona. Hem zaten pek iştahı da yoktu. Yüzü gülerek kapıyı açtı. Hiç bu kadar huzurlu hissetmemişti uzun zamandır. İçeri girdi. Paltosunu çıkarıp astı. Üstündeki diğer elbiseleri çıkarıp doğru banyonun yolunu tutmasa da olurdu. Ne de olsa eşi yoktu evde. Dilediği gibi davranabilirdi. O yüzden kıyafetlerini çıkarmadan salona doğru yöneldi. Birkaç adım atmıştı ki durdu. Çıkarsa mıydı kıyafetlerini acaba, diye düşündü. “Aman! Ne olacak ki? Dursun işte kıyafetlerim üzerimde.” dedi. Birkaç adım daha atmaya çalıştı. Ama atamadı. Bir ses o kıyafetleri çıkarması ve gidip banyoda güzelce elini yüzünü yıkaması gerektiğini söylüyordu. Kıyafetleri kirlenmişti gerçekten. Bu kıyafetlerle evde nasıl dolaşırdı. En iyisi çıkarmaktı. Diğer ses ise daha cılız çıkıyordu. “Aman! Boş ver.” diyen ses.  

Daha gür çıkan sese kulak verdi ve adımlarını geri atarak gidip kıyafetlerini çıkardı ve banyoya geçti. Ardından temiz kıyafetlerini giyerek mutfağa geçti. İşte şimdi olmuştu. Dün akşamdan kalan yemekleri ısıtarak karnını doyurdu. Bulaşıkları toparladığında saat 20.00’ye az kalmıştı. Birazdan gelirdi arkadaşları. Az sonra kapı çaldı. Gelen arkadaşlarıydı. Ellerinde tatlı ve içecekler ile içeriye geçtiler. Onları görünce keyfi yerine geldi. Beraber salona geçtiler. Birazdan maç başlardı. Tatlı ve içecekleri hazırlayıp sehpaya bıraktı. Gün içinde yaşadıkları komik anlardan tutun, neredeyse her şeyden konuştular. Dünyanın gündemine oturan haberlerden bahsettiler, siyasetten, maçtan ama en çok mevcut ekonomik durumundan. Bir yandan konuşuyor bir yandan sohbet ediyorlardı. Gözlerini de bir saniye olsun maçtan ayırmıyorlardı. Bir yandan da tatlılarını yiyor içeceklerinden içiyorlardı. Arkadaşları yerken çıkardıkları  tabak çatal sesi istemsiz onu rahatsız etmişti. Ama bir şey demedi. Tuttu kendisini. Daha kapıdan içeri girdiklerinde montlarını bir köşeye fırlattıklarında ilk olarak rahatsız olmuştu zaten. Hiçbir şey demeden montları almış ve özenle asmıştı. Hoşuna gitmese de ses etmemişti. Deminden beri onu rahatsız eden hâl ve tavırları görmezden geliyor ve tutuyordu kendisini. Arkadaşlarından biri biraz daha kanepeye kurulup ayağını sehpanın üzerine koyarak maçı izlemeye devam etti. Tatlı tabağı da elindeydi. Yerken birkaç parça kanepeye döküldü. Bunu görünce daha fazla dayanamadı. Bakışlarını bir onun ayağına bir dökülen tatlı kırıntılarında gezdirerek: 

“Tahsin! Düzgün mü otursan? O ne, ayaklarını sehpanın üzerine koymak?” dedi. Bunu söylerken de ayağa kalktı ve sehpanın üzerinden peçete alarak kanepeye düşen kırıntıları temizledi. Arkadaşı itirazvari: 

“Ne olmuş abi? Burada biz bizeyiz. Rahat oturmayacaksam yanınızda kimin yanında oturacağım.” dedi. “Onu bunu anlamam. Düzgün otur. Sehpa kirlenecek. Ayaklarını atmışsın üzerine baksana. Bir de bu şekilde tatlı yiyorsun. Baksana hepsini kanepeye dökmüşsün. Her yer yapış yapış olacak şimdi.’’ 

Arkadaşı şaka yaptığını sanıyordu ama dikkatli bakınca pek şaka olmadığını anladı ve ayaklarını indirdi. Elindeki tatlı tabağını da sehpaya bıraktı.  

“Ha sen ciddisin! Peki abi ya indirdim. Ne sehpaymış arkadaş. Çok mu pahalıya mal oldu acaba size.” dedi ayağını indirirken. O cevap vermedi. Maçı izlemeye devam ettiler. Bir diğer arkadaşı maçta gol yediklerinden dolayı sinirle kanepedeki iki yastığı yumruklayıp fırlattı. Biri kapının yanına düştü. Diğeri ise odanın giriş kapısının kenarında özenle yerleştirilmiş iki çift terliğin olduğu yere düştü. Terlikler etrafa savruldu. Bunu görünce istemsiz bağırdı.  

“Kerem! Ne yaptın oğlum?” dedi.  

Sesi yüksek çıkmıştı. Kerem: 

“Ne oldu abi! Ne yaptım?” diye hayretle karşılık verdi. Ne olduğuna anlam verememişti.  

“Nasıl ne oldu? Farkında da değil yaptığının. Baksana yastıklara. Her biri bir yerde.” Bir yandan söyleniyor, bir yandan da yastıkları düştükleri yerden almaya gidiyordu. Arkadaşları onu izliyordu. Yastıkları aldı. Etrafa saçılan terlikleri özenle eskisi gibi düzeltti. Ardından yastıkları getirip kanepede durmaları gereken yere dikkatlice yerleştirdi. O bunları yaparken arkadaşları hayretle bir ona bir de birbirlerine bakıyorlardı.  

Kerem dayanamadı: “Abi sen de bir alemsin gerçekten.” dedi. “Ben onu bunu anlamam. Bu yastıklar böyle duracak. Bozmayın.” diyerek sinirle yerine oturdu. Tahsin: “Neyse maçımızı izlemeye devam edelim.” Az sonra Demir ismindeki diğer arkadaşı lavaboyu sordu. Ona koridorun sonunda sağda olduğunu söyledi. Demir koridora yönelirken istemsiz bir şekilde talimat verdi: “Çıkarken dikkatlice elini yıka. Aynaya su sıçramasın. Elini de iyice kurula öyle kapının koluna dokun. İz kalıyor sonra ve ayrıca çıkarken ışıkları söndürmeyi de unutma.” dedi. Demir hayretle onu dinliyordu. Diğerleri maça dalmışlardı. “Abi bu kadar mı yapılacaklar listesi? Yoksa daha var mı?” diyerek şakalaştı ardından lavaboya gitti. Az sonra geldiğinde dayanamayıp sordu. “Dediğim gibi yaptın değil mi? Bak aynada bir su lekesi görürsem bozuşuruz.”  

“Yaptım abi ya. Amma da abarttın.” Demir gelince bu defa Tahsin kalktı lavaboya gitmek için. O kalkınca Demir hızlı davrandı. Tahsin’e dönerek: “Tahsin! Çıkarken dikkatlice elini yıka. Aynaya su sıçramasın. Elini de iyice kurula öyle kapının koluna dokun. İz kalıyor sonra ve ayrıca çıkarken ışıkları söndürmeyi de unutma.” dedi gülerek. Tahsin ne demek istediğini anlamadı. “Ne diyorsun Demir? Ne saçmalıyorsun?” diye sordu. Kerem de onlara kulak misafiri olmuştu.  

“Ben demiyorum. Sezai diyor.  Lavabodan çıkarken uyulacaklar listesi bu. Valla ben az önce harfiyen uydum. Tek bir damla bile aynaya sıçratmadım.” Sezai’ye dönerek. “Sezai! Oğlum bak su lekesi görürsen benden bilme. Tahsin sıçratmıştır muhtemelen.” dedi kahkaha atarak. Tahsin ve Kerem, Demir’in ne demek istediğine anlam vermeye çalışıyorlardı. Demir ise sadece gülüyordu. Sezai oturduğu yerden sinirden kıpkırmızı kesilmiş ama nezaketen kendisini tutuyordu. Tahsin lavaboya gitti. Tekrar maça döndüler. Sezai’inin gözü kulağı giriş kapısındaydı. Çok huzursuzdu. Ya Tahsin su sıçratmışsa aynaya. Tahsin nihayet kapıda göründü. Ellerini kurutmadan çıkmıştı. Ellerinden sular damlıyordu. Sinirlendi. Bir hışımla yanına gitti. “Ellerini kurutmadan mı çıktın sen?” dedi. “Kurutmalı mıydım?” dedi Tahsin. “Evet kurutmalıydın. Bekle burada.” Kerem ve Demir maçı izlemeyi bırakmış kapıda duran Tahsin’e ve hızlıca salondan çıkan Sezai’ye bakıyorlardı. Demir dayanamayarak Tahsin’e şunları söyledi. “Aferin oğlum. O kadar sana söyledim. Ellerini iyice kurut öyle çık.” Bunları söyledikten sonra bir kahkaha attı. Ardından Sezai’ye seslendi. “Gel oğlum otur şöyle ya. Kurutmadıysa ne olacak ki? Dünyanın sonu değil. Amma da abartıyorsun.” O sırada Sezai elinde havlu ile göründü. Tahsin’e verdi. Ellerini kurutması için. “Nasıl ne olacak? O su lekeleri çok kötü iz bırakıyorlar dokunduğun yerde. Kesin aynalara da su sıçratmışsındır şimdi.” dedi. Aklına gelen şeyle koşarak lavaboya koştu. Korktuğu gibi olmuştu. Ayrıca ışığı da açık bırakmıştı. Peçete alıp aynayı sonra da kapının kolunu güzelce silip kuruladı. Ardından ışığı söndürdü ve içeriye geçti. Tahsin elini kurutmuş kanepeye geçmişti. Diğerleri de onunla kafa bulup gülüyorlardı. Sezai gelip yerine otururken söylendi. “Oğlum insan bir ışığı söndürür. Onu bile yapma zahmetinde bulunmamışsın.” Tahsin dayanamayarak karşılık verdi. 

“Abi çok abartmıyor musun sen? Ne olacak sanki?” 

“Ben mi abartıyorum? Oğlum siz evde lavaboyu nasıl kullanıyorsunuz. İnsan çıkarken ışıkları da mı kapatmaz? Pes gerçekten.” Onlar ona, o da onlara hayret ediyordu. “Abi valla biz evde lavaboya rahatlıkla ve istediğimiz gibi gidiyoruz, hiç de mesele olmuyor. Dilediğimiz gibi elimizi yıkıyoruz. Su sıçrayacakmış, ayna su lekesi olacakmış, kapının kolunda iz kalacakmış bilmem ne? Yok ışıklar kesinlikle kapanacakmış. Pek de kimsenin umurunda değil.” Sezai karşılık verecekti ki vazgeçti. “Çok fazla abarttım sanırım.” diye düşündü. Aklına eşi geldi. Onun gibi davrandığını fark etti. Onun ona öyle yapması onun da canını sıkmıştı özellikle ilk zamanlar. Farkında olmadan meğer ona da sirayet etmişti bu hassasiyetler. Sadece lavabo konusu değil. Diğer hususlarda da, belli ki onun gibi olmuştu. Sezai bunları düşünürken Kerem de lavaboya gitmek istiyordu lakin vazgeçti az önce yaşananlardan dolayı. Birbirlerine kalkalım işareti yaptılar. Hepsinde de huzursuzluk hakimdi.  

“Biz kalkalım abi. Ne de olsa yarın iş başı.” dediler ve kalktılar. Saatine baktı. Daha erkendi. Sezai: “Daha erkendi. Ne kalkması. Biraz daha oturun.” dedi. Kerem ayağa kalkarak: “Yok abi biz kalkalım. Ancak eve gideriz.” dedi. Diğerleri de onun peşi sıra kalktılar. Vedalaşıp gittiler. Onlar giderken kara kara düşünüyordu. “Sanırım onlara fazla yüklendim. Bir rahat vermedim. O yüzden kalktılar. Aman neyse. Hem zaten o neydi? Biri ayağını sehpanın üzerine koydu. Bir diğeri yastıkları ve terlikleri bozdu, bir diğeri lavaboyu ne biçim kullandı. Böyle olmaz ki arkadaş. Hemen salona geçip güzelce temizleyip düzeltti her şeyi. Şimdi olmuştu işte. Her şey yerli yerinde ve düzgündü. Ayrıca temizdi. Başka türlü yaşanır mıydı? Dağınık, düzensiz ve kirli. Asla olamazdı. Bu şekilde daha mutlu olduğunu ve daha iyi hissettiğini fark etti. Aklına eşi gelmişti. Ona haksızlık yaptığını düşünüyor ve kızıyordu kendisine. Esasında çok iyiydi eşi. Şefkatli, merhametli. Saygı ve sevgi dolu. Onu da çok seviyordu üstelik. Nerden çıkarmıştı bu boşanma meselesini. Kendisine kızdı. Mutlulukla telefonu aldı. Eşini aradı. Annesinin durumunu sordu. Biraz daha iyi olduğunu söyledi. “Şimdi çıkacağını ve yanına geleceğini söyledi. Bir şey lazım mı gelirken getireyim?” diye ilave etti. Son olarak telefonu kapatmadan önce ona: “Seni seviyorum hayatım. Hem de çok seviyorum.” dedi. Kulağına tatlı bir gülücük sesi doldu. O da gülümsedi. Kalbinde inanılmaz bir heyecan. Ona sımsıkı sarılıp hiç ama hiç bırakmayacak bir hisle doluydu şimdi yüreği.  


2 yorum

Bülent · Nisan 28, 2024 1:21 pm tarihinde

İnsan uzaklaşır ama vazgeçemez bazen ya hikayesini ne güzel tasvir etmişsiniz ve detaylı anlatımları nasıl ustaca yazıya serpiştirmişsiniz esas olan meselenin duygusunu fon müziği gibi kondurmuşsunuz tebrik ediyor nice hikayelerde tekrar buluşalım burada diyorum vesile olan dergiye de ayrıca teşekkürler böyle bir zemin için

    Hüdabin · Nisan 29, 2024 11:27 am tarihinde

    İyi bir yorumcu ve eleştirmenden aynı zamanda bir kitap sevdalısından bu yorumu almış olmak benim için bir onur efendim. Değerli vaktinizi ayırıp satırlarımda gezindiğiniz için teşekkür ederim. Saygılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir