Hüdâbin

O gün günlerden güneşin yüzüne buruk bir gülümseme taktığı gün olsa gerekti. Zira her zamanki günlerin aksine cılız bir parlaklıkla süzülüp girmişti penceresinden. Onun da neşesi yoktu belli ki. Acaba şu karşıki pencereden görünen ağacın dalında sararıp solmuş olan yapraklar için miydi neşesizliği? Bilemedi. Bunun üzerine biraz daha düşünmeye devam edecekti ancak boğazının kuruduğunu fark etti. Hemen yanı başında, yatağının yanındaki sehpanın üzerinde bir sürahi su ile bardak vardı. Bardaktaki su bitmişti. Hasta yatağından ağır ağır doğrulmaya çalıştı. Ama yapamadı. El mecbur bakıcısının gelişini beklemeye koyuldu. Bu saate kadar gelmesi gerekiyordu. Daha kahvaltısını yedirip ilaçlarını içirmesi lazımdı. Nerede kaldı, diye düşündü duvardaki saate bakarak. Ah bir doğrulabilse, şu sürahiyi alıp su dolduracak kadar gücü olsa…          

Bugün diğer günlerin aksine daha da güçsüzdü.  Aylardır zaten ayağa kalkamıyordu. Yatağa mahkum olmuştu. Ama en azından eli kolu tutuyordu. Şu birkaç haftadır artık kollarında da derman yoktu. İyice yaşlanmıştı. Yaşlanan bedenini hemen karşısındaki pencereden görünen, yaz boyunca izlediği ağacın dalındaki yapraklara benzetiyordu. Yaprakların tomurcuklanmasından sararıp kurumasına kadar adım adım gözlemlemişti onları.  Kendi hayatını izler gibi izlemişti hem de. 

Yapraklar bir çocuk masumluğunda hep gülümseyip dans etmişlerdi hayatları boyunca. Hatta sararıp solmuş oldukları şu demlerde bile. Hafifçe esen yel ile birlikte neşeyle sallanmaya devam ediyorlardı.  Hâlâ gülümsüyor gibiydiler. Çok az bir hüzün vardı üzerlerinde o kadar.  Sarıp sarmaladıkları dallara yaz boyunca en güzel yoldaş olmuşlardı. Yaz boyunca yârenlik etmişlerdi onlara. Güneşi her zaman birlikte selamlamışlardı. Cömertçe gönderdiği sıcacık buselerini beraber alıp saklamışlardı sinelerinde. Bu buselerdi onlara hayat veren işte. Dallar güçlenmiş, yapraklar daha çok parıldamıştı yeşil yeşil. Çoğu zaman tozlandıkları da oluyordu. Çünkü ömürlerinin ortasında pek yağmazdı yağmur. O zamanlarda neyse ki rüzgâr yetişiyordu imdatlarına. Tozlarını alıp süpürüyordu onların. O demler en keyifli demleriydi onların. Hû hûlara karışarak şükre duruyorlardı. Keyifle geçirdikleri yaşamları şimdilerde  son buluyordu. Tıpkı onun yaşamının sonuna geldiği gibi.  Son zamanlarda en çok düşündüğü şey buydu işte.   

“Peki ya ben? Hayatımı şu yaprakların mutlulukla geçirdikleri gibi geçirebildim mi? Ömrümün sonuna geldiğim şu demlerde onlardaki teslimiyet bende var mı? Bak işte düşüyorlar birer birer toprağa. Ben de yakında gideceğim bu dünyadan. Onlar kadar hazır mıyım ötelere gitmeye? Hazır mıyım terhis biletini almaya?”

Son zamanlarda hep bu soruları soruyordu kendisine. Ne zaman bunları düşünse elemler, pişmanlıklar akıyordu yüreğinden. Zira yaşayıp tükettiği koskoca seksen yıl bad-ı heva geçmişti. Uzandığı yatakta bir kaç damla gözyaşı, yanaklarından bir bıçak keskinliğinde sinesine döküldü. Değdiği her yeri kanatıyordu. Koskoca bir ömrün sancısının gönül kıyılarına sert bir şekilde vuruşundan dolayıydı dökülenlerin keskinliği. Titreyen elinin tersiyle yanaklarını silecek oldu, vazgeçti. Akmalarına izin verdi. O sırada bakışlarının asılı olduğu ağaçtan bir yaprak, sonbahar rüzgârıyla savrulup giderek yere düşüverdi. Az sonra bir tane daha, sonra hemen peşi sıra bir tane daha. Bu durum yüreğini acıttı. Acınası gözlerle diğer yapraklara baktı. Onlar da dalından kopup düşecekti birer birer.  

Derin bir nefes alıp verdi. Boğazındaki kuruluktan dolayı zoraki yutkunuyordu. Kendisini zorlayıp suya uzanmak istedi yeniden. Ama hiç dermanı  yoktu. Çok yorgun ve bitkindi. Tek yapmak istediği uyumaktı. Uyursa geçerdi belki yorgunluğu. Derin ve uzun soluklu bir uyku hem de. Evet, ancak derin bir uyku alırdı tüm yorgunluğunu. Bu yüzden az önce dalından toprağa düşen yaprakların her birini çok kıskandı. O da onlar gibi kendisini bıraksa şuracığa ve başını yaslasa toprağa. Şiddetli bir iştiyak vardı şimdi tüm zerrelerinde. Ebede doğru kanatlanma iştiyakı. Çok yorgundu. Hem de çok. Bir yanı da korku içindeydi. Onu korkutan, gözlerinin önünden film şeridi gibi geçip giden yaşadığı seksen yıllık ömrüydü. Boş yere geçtiğini düşündüğü koskoca bir ömür. Dünya işlerinden nefes alamayıp, durmadan o şirket benim, bu ihale senin dolaşmıştı. Sayısız bina dikmişti boş arsalara.  Milyonlar kazanmış, en lüks evlerde oturmuş, en lüks arabalar çekmişti altına. Pahalı markalar giyinmiş, en şık restoranlarda yemek yemişti. Etrafı her zaman kalabalıktı. Sayısız dost ve arkadaşı vardı. Şimdi ise yapayalnız bırakmıştı o dost ve arkadaş bildikleri. Hiçbiri yoktu. Ne arayan vardı ne de soran. Sağlıklı ve dinçken nasıl da bir saniye yalnız bırakmazlardı onu. Oysa en çok şimdi onlara ihtiyacı vardı. Bir bardak suyu alıp içemeyecek duruma gelmişti. Derin bir iç geçirdi. Sahte dostluk ve sevgilerine kandığı için kendisine kızdı. Kızıyordu kızmasına ama artık neye yarardı ki? 

Bunları düşünürken baktığı daldan bir yaprak düştü sonbahar rüzgârıyla birlikte.  Ardından bir tane daha. Rüzgârla birlikte savrulup duruyorlardı. Kalbi sıkıştı o sırada. Nefes alışverişleri düzensizleşti. Belli ki sıra ondaydı artık. Dünyadan göç etme vaktiydi. Başı istemsiz yana düştü. Gözleri usulca kapandı. Artık nefes almıyordu. O da sararıp düşen yaprakların peşi sıra gitmişti işte. 


3 yorum

Sahranur · Haziran 20, 2022 6:54 pm tarihinde

Sükûnet içerisinde bir gidiş, hiç gelmemecesine…
Hak olan gitmeleri hatırlatıyor.
Ya diyor insan, ya bazı şeyler için geç olan vakitler gelirse

Sahranur · Haziran 20, 2022 6:55 pm tarihinde

Kaleminize sağlık🏵️

Hudabin · Haziran 22, 2022 10:13 am tarihinde

Teşekkür ederim 😊❤️

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir