Hüdâbin

Aylardır yolunu gözlüyordu sevdiğinin. Ona kavuşacağı anı iple çekiyordu. Bu zaman zarfında ne mısralar dizmişti yoluna bülbül misali. Ne türküler, şarkılar mırıldanmıştı. Nerede bir hasret türküsü çalsa gelip yüreciğine konuyordu sevdiceğinin hasreti.  Nerede bir aşk şarkısı çalsa şarkıdaki aşık kendisi oluyordu. Ne yana dönse hep o. Her şey, herkes onu fısıldıyordu sanki. Güneş doğsa, kuşlar cıvıldasa ya da saçlarını bir sabah yeli uçuştursa sevdiği düşüyordu aklına. Onunla geçirdiği demlerden biri oluveriyordu.  Güneşin doğuşunu ve hatta batışını onunla kaç kez el ele diz dize izlemişlerdi. Ya gökyüzünde kanat çırpan kuşlar? Bir kanadında kendisi bir kanadında sevdiği olduğu hâlde  ne çok uçmuşlardı. Hatta bembeyaz bulutların arasına dalmışlardı da gülücükleri yeri göğü inletmişti. Esen yel ile hu hulara karışmışlardı ağaçlardaki yapraklar misali. Bir oraya bir buraya sallanmış raksa durmuşlardı el ele. Yağmura tutulmuşlardı bir ara. Ortalık günlük güneşlikken bir anda nazlı nazlı ve yanaklarını okşaya okşaya inivermişti yağmur damlaları. Islanmış olmak umurunda olmamıştı ikisinin de.  Gülümseyerek eteğini açmış, koşturarak bir bir eteklerine toplamıştı yağmur damlalarını. Efendiler efendisi (s.a.v) gibi. Sevdiği gülümseyerek izlemişti bu hareketini. Efendiler efendisine benzemeye çalışması hoşuna gitmişti. Yağmuru karşılamada bile ona benzemeye çalışması gözlerinin dolmasına neden olmuştu. Demek onca anlattıklarını ve hatta anlatmadıklarını iyi kavramıştı. Demek  yıllar yıllar evvel eşi benzeri olmayan diyarlardan -yani Asr-ı Saadetten- toplayıp heybesine koyarak  getirdiklerinin kokusu sinmişti benliğine. Demek ruhuna işlenmişti birer birer. Mutlulukla  ona  bakıp yanına koşmuştu ve  o da kucak açmıştı. Beraber toplamışlardı kâinatın sultanı ile tanışmaları henüz terütaze olan yağmur taneciklerini. Onların coşkularına şahitlik etmek istemişlerdi tıpkı gül yüzlü peygamberleri gibi. Onların heyecanlarına ortak olmak istemişlerdi. Sonra ışıl ışıl parlayan gökkuşağı kaplamıştı etrafı da oturup temaşaya durmuşlardı  beraber. Mis gibi kokan güllerin dalında bulmuştu sonra kendisini. Nasıl olmuştu da bir anda buraya gelmişti anlayamadı. Böyleydi işte sevdiği. Onun olduğu demlerde bir çok güzelliği aynı anda yaşıyordu.   Kelebekler başının üstünde uçuşurken bulurdu kendisini çoğu kez. Sevdiğinin gelip gittiği zamana kadar bu durum her dem devam ederdi. Bahar şarkıları çalardı dört bir yanda. Gözleri ışıl ışıl parlardı o zaman.  Bir dolunay parlaklığında hem de. Hayran kalırdı bu nağmelere. Yüreğini bir coşkudur alıp götürürdü. Hemen ilerdeki denizin kıyısında uçuşan martılara da sıçrardı  bu coşku. Bahar şarkıları onları da coşturuyor olmalıydı. Aslında sadece onları değil tüm kâinatı bir velveledir sarardı. Aşka gelip dallarında bir anda çiçeğe duran ağaçlar mı dersiniz, etraflarını vızıltılarla saran, oradan oraya bal özü toplayan arılar mı dersiniz? Gülücükler atarak etrafı bir çocuk masumluğunda izleyen papatyalar mı dersiniz?

Sahi sevdiğinin varlığı mıydı baharı getiren yoksa bahar mıydı sevdiğini getiren? Bunun üzerinde çok da kafa yormasına gerek yoktu. Kesinlikle sevdiğiydi baharı getiren. Her yanını kâinatın coşturan, şenlendiren kesinlikle sevdiğinin varlığıydı. Her yer hayatlanırdı çünkü baharda hayatlanan arz misali. O gelince sadece o değildi sevince gark olan. Tüm kâinat sevince gark olurdu. Sevdiğinin gelişi her yanı şenlendirirdi. Her şey, herkes haberdar olurdu onun gelişinden. Zaman bile coşar, bereketlerin en güzelini takıp takıştırırdı. Cömertçe de paylaşırdı takıp takıştırdığı bereketleri. Özel sofralar kurulurdu hanelerin çoğunda. Şükürle oturulurdu o sofralara. “Buyurunuz, yiyebilirsiniz.” kavli beklenirdi heyecanla. Yüzler, ruhlar, benlikler, kalpler hatta durmadan hareket eden akrep ve yelkovan bile nurlanırdı. Cansız varlıklar  bile hissederdi kendilerini okşayan nurlu ve mübarek eli. Her şey, herkes ay gibi parıldardı böylelikle. Değil mi ki o gelmişti? Değil mi ki onun nurlu çehresinde bulmuşlardı kendilerini? Birer ayna gibi yansıtıyorlardı işte. Nur dolmuşlardı onlar da. Hatta nur olmuşlardı. Bir kuş hafifliğinde arşınlamaları hayat yolunu hep bundandı. O olunca ne dertleri kalırdı ne kederleri. Durulurlardı çünkü. “Din”lenirlerdi. Onun varlığıydı onları dinlendiren. Dinlenen ruhlar ve benlikler nasıl huzuru içmesinlerdi ki? Nasıl coşmasınlardı ki? Özlerine dönmüşlerdi işte. Ona müteveccih olmuştu benlikler çünkü. Ona dönmüştü yüzler. Yani ki kâinat sultanına. Onda toplanmıştı tüm bakışlar. Her şey herkes ona talip olmuştu. O da talip olmuştu işte. O da sevdiğinin varlığı ve dergâhında aldığı derslerle tamamen ona dönmüştü yüzünü. Sevdiğinin omuzlarında içtiği huzur ve her yanının huzur ve aşk kokması bundan olmalıydı. Her daim onu anlatıyordu çünkü. En büyük vazifesi de buydu ya. Özlerine döndürmek benlikleri, asl-i vazifelerinin idrakine vardırmak zihinleri, merhamete gark etmek yürekleri, gayelerine ulaştırmak hayatları. Evet tam da buydu vazifesi sevdiğinin. Bu yanını çok seviyordu. . Ona meftun oluşunun en büyük nedeni de buydu. Sevdiği bir an önce gelsin de kavuşsunlar diye dualara duruşunun nedeni tam da buydu. Unutmuştu çünkü çoğu zihinler. Gaflete dalıp gitmişti yüzler. Gayelerinden uzaklaşmıştı çoğu hayatlar. Gaddarlaşmıştı çoğu yürekler.  Sevdiğinin en son gelişinden bu yana terkedilmişti çoğu güzel hasletler. Verdiği çoğu hediye kilitli sandıklarda hiçliğe saklanmıştı ne yazık ki. O da korkuyordu ne zamandır. Unutacak, gaflete dalıp hiçlik derelerinde yuvarlanacak diye ödü kopuyordu. Gözlerinin ülfet perdesiyle perdelenmesinden ölesiye korkuyordu. Bu yüzden hep dua ediyordu: “Ey Rabbim! Göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni bana bırakma. Kendinden uzaklaştırma. Kendini unutturma bana. Gaflete daldırma.” Son zamanlarda bu duaya şu duayı da ekler olmuştu: “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek eyle. Bizi Ramazan ayına ulaştır.” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259)

Rabbi onu sevdiğine ulaştırsın da bir an önce kavuşsun diye hep dualardaydı işte. Onun yolunu  özlemle, hasretle gözleyen bir o olmadığını da gayet  iyi biliyordu ki sadece beni ulaştır demiyor bizi ulaştır diyordu. Duasına aminler yağıyordu böylelikle. Çok özlemişti onu. Kendine has kokusunu, birer birer sevk ettiği şükür meclislerini, merhamet suyuyla yıkayışını benliğini, ayet ayet, sure sure Allah kelamında kanatlandırışını ve daha nice güzel yanını özlemişti sevdiğinin. 

Neyse ki günler adım adım sevdiğine götürüyordu onu. Az kalmıştı. Geliyordu işte sevdiği. Gözleri yollarda eli ise kalbindeydi. Geliyordu sevdiği. Geliyordu on bir ayın sultanı şehr-i Ramazan…


1 yorum

Ayşe · Mayıs 8, 2022 11:53 pm tarihinde

Şahane bir anlatış tekrar ramazanı yaşadım okurken yazının sadeliği sürükleyici oluşu çok güzel kalemine sağlık @hudabin.00 can kızım ❤️

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir