Eda Eylül Üstüner

“Nefreti, karlar üstüne yazmak isterdim;

 güneş açsın karlar erisin diye.”

Yılmaz Güney

Nefret… Nefret… Nefret! Bugün herkesin dilinde olan ama kimsenin kabullenmediği şu meşhur kelime. Adını duyunca, nefesimiz nefret kokarken bile kaçmaya çalıştığımız… Kaçarken çokça uğradığımız iki durak ise; sevgi ve saygı. İcraata geçirmediğimiz pek tabii geçirmenin de işimize gelmediği bu kurtuluş kelimeleri. Oysa kurtuluş, içimize dönmekle başlar, başkalarının sınırlarında dolaşmakla değil. Çoğumuz üslupsuzluktan yakınıp, gündelik diline nefret söylemi serpiştirdiğinden bîhaber. 

Üslupsuzluktan yakınırken ilk varış noktamız yine üslupsuzluk. Nefrete karşı çıkarken yine geldiğimiz yer nefret söylemi. Kendi acımızı duyururken ilk düştüğümüz hata ‘‘ötekinin’’ acısına saldırmak. ‘‘Haklısın tabi çocukların ne suçu var.’’ ile başlayıp yine onların birer terörist ilan edildiği açık uçlu ifadeler. Gündemdeki bir acı üzerinden insan, acıyı değil muhalif olduğu grubu hedef alır oldu. Oysaki evrenseldi acı, öyle pelesenk olmuştu dilimize. Ezberimizi bozmak yeni tanımlamalar yapmak lazım. Bak tabiata; hiç çiçeğine göre muamele eden arı gördün mü? Ya da pullarına göre birbirini yargılayan iki balık? Ya bizim tabiatımız? Hayvanlardan sadece akıl olarak üstünken o akla da ayrıştırıcı filtreler koyuyoruz. Bakmayı bilene kâinatın Mevla’yı gösterdiği gibi insan da insana yansımasını gösterir. Buna rağmen yerdeki gölgesini görünce sevinip, ötekindeki yansımasını görünce reddeder insan. Ötekinden alacaklı mı doğduk nedir bu manasız bilenme?

Günümüzde ‘‘ifade özgürlüğü’’ ekseriyetle kutuplaştırmaya giden bir vasıta olarak karşımızda duruyor. Bilmiyorum diyebilmek en büyük erdemken fikrimizin dahi olmadığı her konuya müdahil olmakla başladı her şey. Bakış açısı tembelliği ise bizi buralara getirdi!

Nasıl da unutuyoruz bir bütünü oluşturduğumuzu. Ötekileştirdiğimiz kayıp parça yüzünden daima eksik kalıyor yapbozumuz, tamamlanamıyoruz. Daha kötüsü bütüne hizmet etmek bir yana dursun, bozduğumuzun farkında dahi değiliz. Tam da burada idrak ediyorum, her şey bilgiyle değil bilinç ile başlar. Kendimize ve çevremize tanıdığımız sayısız fırsatı ‘‘ötekine’’ hiç layık görmüyoruz. Haliyle görüşlerimiz, görüşümüzü bulanıklaştırıyor. 

Geçenlerde tüm bu yazdıklarımı özetler nitelikte bir cümle okudum; ‘‘Kendini tamir edemeyen bunun hıncını başkasını tahrip ederek çıkarıyor. Saldırmak çoğu defa kendini saramamanın tezahürü.’’ Evvela kendi elimizden tutup iç yolculuğa çıkarmanın vakti geldi de geçiyor. 

‘‘Kendini yargılamak en zorudur.’’ der Küçük Prens. Kolaya kaçanlar hayatı kaçıranlar değil midir zaten? O halde önce zoru başarmalı ki hakikatler ardı ardına düşsün peşimize. Niçin dünyasını onarmak varken Mars’ta hayat arar ki insan?  Sevgi denen şey su gibi, hayat gibi yetmez mi bize? Ne kadar dışlarsak o kadar dışarıda kalmaktır kaçınılmaz olan. Kendimizi yeterince keşfedememiş olmaktan yahut bir bütünü oluşturduğumuzu unutmaktan değil mi bunca sorun? Fark denen şeyin sadece akli filtrelerimizde olduğunu, öğrenilmiş yargılar olduğunu bir anlasak… 

Bırak bir yeşillik düşsün aklına, olur ya çiçek bahçesine dönüştürür evreni. Evren evinden ibaret, âdem neyse âlem de o olacak elbet. 

Kategoriler: Deneme

2 yorum

Anonim · Ocak 17, 2021 11:18 am tarihinde

Yazıyı okurken çok sıcak ve samimi bir hava hissettim. Adeta sohbet ediyormuşum gibiydi. Yazan arkadaşa başarılarının devamını diliyorum

    Kalemtıraş Ekibi · Ocak 17, 2021 11:48 am tarihinde

    Güzel dilekleriniz için yazarımız adına teşekkür ederiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir