Hüdâbin

Birkaç gündür bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, güneşin yazdan kalan o güzel yüzünü esirgemesine neden olmuştu. Mevsimlerden sonbahardı. Dallarda sararan yapraklar, yaz boyunca görevini yapmış olmanın rahatlığıyla, şimdi birer birer yere düşmüştü. Yağmur gece boyunca da durmadan yağmıştı. Hava oldukça soğuktu. Yer yer çamur olan sokaklar sabahın bu erken saatinde buradan geçen insanlar için adeta işkence halini almıştı. O insanlardan biri de küçük bir kız ve annesiydi. Küçük  kız  annesinin elinden sımsıkı tutmuş, ayağında yırtık bir ayakkabıyla ve üşüdüğü her halinden belli olduğu halde yürümeye çalışıyordu. Annesi de ondan farksız değildi. Onun ayağında da oldukça eskimiş bir ayakkabı vardı. Çamura bata çıka, ayakları ıslana ıslana yolu geçmeye çalışıyorlardı. Oldukça kalabalık olan ve uzun kuyrukların oluştuğu bir alana geldiler. Anne  ile küçük kız hemen kuyruğa yönelip orada yerlerini aldılar. Erken gelenler şanslıydılar. En ön sırayı kapmışlardı çünkü. Çok fazla beklemeden kendilerine düşen kutuları alıp evlerinin yolunu tutuyorlardı şimdi. Küçük kız ve annesi gibi erken gelemeyenler ise dakikalardır öylece kuyrukta  beklemeye devam ettiler. Üstelik üşüye üşüye. Kiminin üzerinde doğru dürüst bir mont bile yoktu. Tıpkı küçük kız ve annesi gibi. Kat kat giyinmede bulmuşlardı çareyi. 

Yaklaşık bir saat sonra nihayet sıra küçük kız ve annesine de geldi.  Kendilerine verilen kutuları almanın mutluluğuyla onlar da evlerinin yolunu tuttular. Küçük kız üşüyen ayaklarına ve bata çıka geçmeleri gereken yola rağmen çok mutluydu. Gözlerinde sevinç parıltıları görünüyordu. Kendisine şefkatle bakan annesine gülücükler atıyordu durmadan. Zor da olsa evlerine vardılar. Ev dedikleri bir çadırdı. Çadırda bir döşek, iki yastık ve battaniye vardı. Yerde de eski bir kilim seriliydi. Çadırın bir köşesinde üst üste konmuş birkaç tencere ve tabak duruyordu. Sahip oldukları bundan ibaretti. Anne ve küçük kız, kışın gölgesinin üzerlerine düştüğü bu günlerde ev denilen bu yerde yaşam mücadelesi veriyorlardı. Sadece onlar değildi bu halde olan. Onlarla birlikte birçok aile bu durumdaydı ne yazık ki.  Yaşanan büyük şiddetteki deprem ile çoğu kişinin  evleri yıkılmış , birçok kişinin evinde de hasar meydana gelmişti. Bu yüzden ne gidecekleri bir yer ne de altına sığınacakları bir çatıları vardı. Kurulan çadırlar onlar için bir ev olmuştu.  Buraya sığınarak yaşam mücadelesi veriyorlardı.  Havalar yavaş yavaş soğuyor, çadırlarda yaşamak güçleşiyordu. Yardımseverlerin gönderdikleri battaniyeler ve gazlı sobalarla ısınmaya çalışıyorlardı. Zor şartlarda yaşayan bu insanlar kendilerine uzatılacak yardım ellerini bekliyorlardı. Kendilerine verilen kutulardan çıkacak erzaklarla yemek yapabiliyorlardı. Tütmeyen ocaklar yardım severlerin gönderdikleri  sayesinde tütüyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi. Bugün de bir çok ocakta yemekler pişecek, karınlar sıcak yemekle doyacaktı.  Bu yardım kutularından yalnızca erzak çıkmıyordu. Kimi zaman giysiler, ayakkabılar ve montlar çıkıyordu. Bazen de oyuncaklar. Bu yüzden yardım kutularının gelmesine en çok sevinenler çocuklar oluyordu. Her defasında kendilerine ne oyuncak çıkacak diye heyecanlanıyorlardı. Küçük kızda da aynı heyecan vardı şimdi. Bugüne kadar hiç oyuncağı olmamıştı. Zaten yokluk içinde yaşıyorlardı daha önceden de. Bir de deprem vurunca ellerindekilerden de olmuşlardı. Üstelik babasını da kaybetmişti. En büyük kayıp da şüphesiz sevdiklerini kaybetmekti. Çoğu kişi bu depremde sadece evlerini, varlıklarını kaybetmemişlerdi. Sevdiklerini de kaybetmişlerdi. Kimileri hayat yoldaşlarını, kimileri annelerini, babalarını, kimileri de evlatlarını… En büyük yıkım bu olsa gerekti. Zira ev, eşya gitse de telafisi vardı. Ama telafisi yoktu sevdiklerimizin. Artık geri dönüşü olmayan bir yola çıkmışlardı. Terhis biletlerini almış, vazifeden paydos emrine amade olarak istirahatgâhlarına çekilmişlerdi. Hayat böyleydi işte. Vazifesi biten, süresi dolan gidiyordu ansızın.  Tıpkı küçük kızın babasının ve onunla beraber bu depremde hayatlarını kaybedenlerin olduğu gibi. Kararsız bir dünyada her an ölüm kapıdaydı. Ansızın gelir kapıyı çalar ve gitme zamanı gelenleri alıp götürürdü. Bizler ise sadece öylece bakakalırdık. Ne feryat figan ağlayışlar, ne dizlerini dövmeler, ne ağıtlar geri getirirdi onları. Küçük kız da annesiyle yapayalnız kalmıştı bu hayat yolculuğunda. Artık evlerinin direği yoktu. Sadece ikisi kalmıştı. Ama küçük kız bilmiyordu henüz. Onun küçük dünyasını karartmak istememişti annesi. Babasının çok uzaklara gittiğini söylemişti gözleri nemli nemli.

Küçük kız masum bakışlarını kutulara dikmiş heyecanla annesinin kutuları açmasını bekliyordu.  Hiçbir zaman oyuncağı olmamıştı. En büyük arzusu oyuncak bir bebeğinin olmasıydı. Kutularından oyuncak bebek çıkan arkadaşlarını görünce: “Anneciğim!” derdi üzülerek. “Bizim kutularımızdan ne zaman oyuncak bebek çıkacak?” Annesi gülümseyerek minik yüreğini teselli etmeye çalışırdı: “Üzülme birtanem, bizim  kutularımızdan da çıkar mutlaka.”   Küçük kız bugün çok umutluydu. Çıkmasını beklediği oyuncak bebek belki de şu an bu kutulardan birindeydi. Gaz sobası önünde biraz ısındıktan sonra annesiyle beraber kutuları açmaya koyuldular. Küçük kız heyecanla kutulardan çıkanlara bakıyordu. Her açılan kutuyla küçük kızın kalbi daha da hızlı atıyordu. Kutuları birer birer boşalttılar. İçlerinden erzaklarla birlikte bir bot, birkaç giysi ve bir mont çıktı. Bu soğuk havalarda bunlara ihtiyaçları vardı şüphesiz. Ama küçük kız bunlara sevinemedi. Ağlamaya başladı. Dökülen her bir damla, annesinin yüreğini delip öyle yere düşüyordu sanki. Yavrusunun bu arzusunun gerçekleşememesi ona acı veriyordu. Onu bağrına bastı ve şefkatle: “Ağlama güzel kızım. Bir dahaki sefere çıkar görürsün. Hem bak bunlar da çok güzel. Bu mont seni sıcacık yapar. Bu bot ile de ayakların artık üşümez. Gel bir dene bakalım. Bu mont ve ayakkabı sana oluyor mu? Haydi ceylan gözlüm! Gel dene de üzerinde görelim.” dedi. Küçük kız annesinin sözlerini duymadı bile. Annesinin kucağında titreyen sesiyle sadece: “Ama çıkmıyor ki anneciğim? Bizim kutularımızdan oyuncak bebek çıkmıyor.” dedi. Annesinin boğazında düğüm düğüm oldu her bir kelime. Ah yokluk! İşte böyle elini kolunu bağlıyordu insanın. Boğazlarda düğümleniyordu kelimeler. Gözyaşları bir alev topu olup  süzülüyordu yanaklardan. Kalpleri yakıyordu tüm hararetiyle. Annesi  kızını biraz daha bağrına bastı ve kokusunu içine çekip başından öptü: “Çıkacak. Mutlaka bir dahaki sefere çıkacak ben eminim. ” 

Bir gece küçük kız, heyecanla uyuyan annesine seslendi: “Anneciğim! Anneciğim! Uyan çabuk.” Annesi uyandı ve endişelenerek kızına baktı. Ona bir şey oldu sandı. “Ne oldu kızım? İyi misin? Yoksa bir yerin mi ağrıyor?” diyerek elini kızının alnına koydu. Ateşi var mı diye kontrol etti. Küçük kız gülümseyerek annesinin elini alnından çekti. “İyiyim anne. Merak etme.” Annesi, “Ne oldu öyleyse? Neden uyandın bu saatte? Yoksa susadın mı?” “Hayır anneciğim susamadım.” Küçük kız annesini daha fazla meraklandırmadan konuştu. “Anne çok güzel bir rüya gördüm.” Dedi heyecanlı bir ses tonuyla. Annesi: “Ya demek öyle. Ne gördün bakalım ceylan gözlüm?” diye sordu gülümseyerek. Küçük kız, onu bu denli heyecanlandıran rüyayı gözleri ışıldayarak anlattı.  “Anneciğim rüyamda  elinde çok güzel süslenmiş bir paket  vardı. Bunu babamın gönderdiğini söyleyip bana uzatıyordun. Paketi aldım ve açtım. İçinden ne çıktı biliyor musun anneciğim?”  Annesi: “Ne çıktı?” Dedi.  Gülümseyerek kızının saçlarını okşadı.  Küçük kız gülücükler atarak cevap verdi. “Hani o çok istediğim oyuncak bebek var ya,  işte o çıktı. Hem de hayalimdeki oyuncak bebeğin aynısı. Sarı saçları, masmavi gözleri ve kırmızı elbisesi vardı. Öyle güzeldi ki anne. Görmeliydin.” Kızını mahzun bir şekilde dinleyen anne daha fazla dayanamadı ve kızını kucaklayıp göğsüne bastırdı. Gözyaşlarını içine akıtarak: “Merak etme güzel kızım. İnşallah bu rüyan gerçekleşecek  en yakın zamanda.” Dedi ve tüm içtenliğiyle  dualara durdu. “Ey Rabbim! Ne olur bu minik yüreği sevindir. Onu umduğuna nail et.” 

Sabahın erken saatiydi. Henüz güneş doğmamıştı. Anne kalktı. Sabah namazını kıldı. Bugün yardım kutuları geliyordu. Kızı öyle güzel uyuyordu ki kıyamadı onu uyandırmaya. Kızım uyanmadan kutuları alır gelirim, diye düşündü. Usulca yanaklarından öptü ve dışarı çıktı. Erken gitmesine rağmen yine  yoğunluk vardı. Ama bir önceki gibi değildi. Bu yüzden sıra ona çabuk geldi. Kendisine düşen iki kutuyu yüklendiği gibi evinin yolunu tuttu. Bir ara durup kutuların içine göz attı. Yüzünde bir sevinç belirdi.  Kutuların ağzını hemen kapatıp  hızla yürüdü. Nihayet çadırların  olduğu yere yaklaştı. Adımlarını daha da hızlandıracaktı ki gökyüzüne doğru yükselen kara bir duman gördü. Dumanın kendi çadırının olduğu yerden yükseldiğini fark edince korkuyla koştu. Oraya vardığında gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Dizlerinin bağı çözüldü ve oracığa düştü. Elindeki kutular bir bir etrafa saçıldı. Çadırı tamamen yanmış kül olmuştu ne yazık ki. Anne acı acı feryat ederek dizlerine vurmaya başladı. “Oy kızım! Oy ceylan gözlüm!” Diyordu. “Ben ne ettim öyle. Seni nasıl bir başına bırakıp gittim. Ben de yanaydım seninle. Ben de kül olaydım.” Oradakiler onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ama nafile! Hangi anne böyle bir acıya dayanabilirdi ki? Hangi annenin yüreği dağlanmaz, cayır cayır yanmazdı ki? Herkes anne ile birlikte ağlıyordu.

Anne bir ara yerde duran paketlerden birine uzandı. Paketin içindekini çıkarıp sımsıkı tuttu ve uzun uzun baktı. Göğsüne bastırdı.  Hıçkırıklara gömüldü sonra. “Bak kızım!.. Bak ceylan gözlüm!.. Sana ne getirdim? O çok beklediğin oyuncak bebeği…” devamını getiremedi.  Daha fazla dayanamadı ve bayıldı. Çevresini saran kadınlar hemen onu tuttu ve beraber ilerde duran, yanmaktan son anda kurtulmuş olan çadıra taşıdılar. Dakikalar sonra; “Anne! Anneciğim!” diyen bir sesle açtı gözünü. Baş ucunda duruyordu küçük kızı. Her zaman parıldayan gözleriyle annesine bakıyordu. Minik elleriyle annesinin elini tutuyordu. Rüya mı görüyordu acaba? Küçük kız, annesinin uyandığını görünce ona sarıldı. 

“Kızım!” dedi annesi ve onu bağrına bastı uzandığı yerden. Gözlerine inanamıyordu. Kızı yaşıyordu. Ona hiç bir şey olmamıştı.  Etrafındakiler mutluluk gözyaşları dökerek bu güzel tabloyu izliyorlardı. Anne de ağlıyordu. Küçük kız annesinin şefkat yumağı sinesinden doğruldu:

“Anneciğim! Nereye gitmiştin? Ben de seni arıyordum her yerde. Uyuyordum. Senin bana seslenmenle uyandım. Sesin dışardan geliyordu. “Gel kızım. Çık dışarıya da bak!..  Baban ne gönderdi?” diyordun.” Annesi şaşkınlık içerisinde onu dinliyordu.  Küçük kız anlatmaya devam etti. “Ben de hemen dışarı koştum. Ama seni göremedim. Her yere baktım. Ama hiç bir yerde yoktun. Neredeydin anneciğim?” dedi. Anne kızının bu söyledikleri karşısında hayretler içerisindeydi. Nasıl! Nasıl olurdu bu? Olmazları olduran Rabbi geldi aklına. O dilerse neden olmasındı ki… Bu mucize karşısında  gözyaşlarını tutamadı.  Onu çadıra taşırlarken elinde sımsıkı tuttuğu  oyuncak bebek hemen yamacına düşmüştü.  Küçük kız oyuncak bebeği fark edince: “Aa! Anneciğim, babamın gönderdiği bebek mi yoksa bu.” Diyerek bebeği eline aldı. Gözleri sevinçle ışıl ışıldı. Küçük kız sevinçle bebeğine bakarken annenin dilinden şunlar dökülüyordu yalnızca.

“ALLAHIM! SANA ŞÜKÜRLER OLSUN. KIZIMI BANA BAĞIŞLADIĞIN İÇİN SANA NE KADAR ŞÜKRETSEM AZDIR.”


1 yorum

Bülent gülen · Mart 26, 2023 10:03 pm tarihinde

İnsanı kendine getiren kalp ve ruhtan dökülen muhteşem anlatım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir