Hüdâbin
-Yaşanmış gerçek bir hikâyedir.-
Üniversite ikinci sınıfı bitirip yaz tatili için eve dönmüştüm. Köyde oturduğumuz için yaz tatilleri benim için çok güzel geçiyordu. Evimizin arkasında küçük bir bahçemiz vardı. Genellikle bahçe işlerinde babama yardım ederdim. Bahçe işleri hoşuma giderdi. Bazen de arkadaşlarla buluşuyor birlikte vakit geçiriyorduk. Bu buluşmalarımız kimi zaman geç vakte kadar sürebiliyordu.
O akşam yine geç saate kadar arkadaşlarla takıldık. Eve geldiğimde herkes yatıyor olurdu genellikle. Henüz uykum gelmediği için televizyonu açıp koltuğa kuruldum. Kumanda elimde, kanalları çevirmeye başladım. Ne kadar çevirdim bilmiyorum. Nihayet yorulup bir kanalın üzerinde durdum. İçinde Arapça yazılar geçiyordu. Altında da o Arapça yazıların anlamı Türkçe olarak yazılmıştı. Kur’an-ı Kerim olduğunu anladım. Bugüne kadar hiç Kur’an almamıştım elime. Üstelik nasıl bir kitap olduğunu, içinde neler yazıldığını hiç merak etmemiştim. Ama o gün ilgimi çekti. Bu kitap nedir, nasıldır bir dinleyeyim, dedim içimden. Sonra da dinlemeye başladım. Bir yandan dinlerken bir yandan da hızlı hızlı Türkçe alt yazıları okuyordum. Peş peşe gelen ayetlerde şunlar yazılıydı :
1-2. Elif, Lâm, Ra. İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir.
3. İçlerinden bir adama: “İnsanları uyar ve iman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele.” diye vahyetmemiz insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kafirler: “ Bu elbette apaçık bir sihirbazdır. ”dediler.
4. ‘Allah’ın gerçek bir vaadi olarak hepinizin dönüşü ancak onadır. Çünkü o, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için onları huzuruna geri çevirir. Kafir olanlara gelince inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır”
5. Gece ve gündüzün değişmesinde, (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır. (Yunus Suresi)
Bir yandan peş peşe gelen ayetleri okuyor, bir yandan da dinlediğim o güzel ve eşsiz Kur’an tilavetiyle mest oluyordum. O ahenkli ses beni dört bir yanımdan öyle sarmış ve yüreğimde öyle bir coşku meydana getirmişti ki beni benden alır bir cihette ruhumu ele geçirmişti sanki. Kulağımda yankılanan her bir harfi ile Kur’an gönlüme akıyor, damla damla, harf harf orada engin bir deniz meydana getiriyordu. O engin denizde saniyeler, dakikalar geçtikçe dalgalanmalar oluşuyordu. Öyle ki dalgalar gittikçe şiddetini arttırıyor, gönül kıyılarıma vurup duruyordu. Her vuruşta kıyıda ne varsa hepsini temizliyor, içine çekiyordu. Bir müddet sonra kalbim öyle temizlenmiş, duru bir hâl almıştı ki içimi tarifi imkânsız bir sevinç ve huzur kaplayıverdi. Daha önce hiç yaşamadığım duygulardı bu duygular. Kaç saat sürdü bu bilmiyorum. Bitene kadar dinleyip okudum. Her okuduğum ayetle yeni şeyler öğrendim. Daha sonraki ayetlerde Nuh (a.s) ve kavmini doğru yola getirmek için nasıl uğraştığı anlatılıyordu.
Başka ayetlerde de Musa (a.s) ile Firavun’un konuşmaları, onun ve kavminin nasıl da inkâr edip yoldan çıktıkları, ardından inkârlarında ısrar edince Allah’ın onları nasıl azaba uğrattığı anlatılıyordu. O kadar güzeldi ki daha önce okuduğum kitaplardan çok ama çok farklıydı. İşte o gece hissettiklerim, yaşadıklarım bambaşka şeylerdi. Bunu hissedebiliyordum. Yüreğimde daha önce hiç tatmadığım, yaşamadığım duygular hakimdi. O kadar güzel ve eşsiz duygulardı ki kelimeler ifade etmekten aciz kalır. Sonra televizyonu kapatıp yatağıma geçtim. Kulağımda hâlâ o eşsiz Kur’an tilavetinin yankısı ve kafamda okuduğum ayetlerin düşündürücü yanları olduğu hâlde uykuya daldım.
Ertesi gün yine aynı şekilde herkes uyuduktan sonra televizyonun karşısına geçtim. Artık her gün o saatin gelmesini heyecanla bekler oldum. Resmen büyüsüne kapılmıştım Kur’an’ın. “Daha önce neden dinlemedim? Neden merak edip okumadım?” diye çok kızdım kendime. Evimizde bir Kur’an vardı. Ama hep duvarda asılı olurdu. Rahmetli dedeminmiş. Öyle demişti bir keresinde annem. Okumayı bilen olmadığından bir daha açan olmamıştı. Daha önce hiç merak etmediğim ve elime alıp içine hiç bakmadığım Kur’an-ı Kerim’i, onun büyüsüne kapıldığım o günlerde duvardan indirdim. Biraz eskimişti sayfaları. Kapağının köşeleri de aşınmıştı. Ama yine de çok güzeldi. Canlı kanlı ona dokunmak, parmaklarımı satırlarında gezdirmek, kucağımda tutmak ne güzeldi. Dinlemenin tadına vardığım ve mest olduğum bu yüce kitabı okumak kim bilir nasıl bir zevkti? Bunu düşündüğüm o an hemen öğrenmeye karar verdim. Bir arkadaşımdan Kur’an dersi aldım. Bir müddet sonra namaz kılmaya başladım. Artık dinimi yavaş yavaş öğrenmeye çalışıyordum. İlmî kitaplar okuyor, bir saatimi bile boş geçirmiyordum. Bir derya bulmuştum. Eşsiz bir derya. Beni huzur sokağında gezdirip duran, hayatımı, kalbimi, ruhumu güzelleştiren ve coşturan bir derya. Hayatıma anlam katmıştı bu derya. Daha önce hiç görmediğim, tadına varmadığım efsunlu âlemlere kanatlandırmıştı beni. Kanat çırpıp duruyordum. Hem de hiç yorulmadan, sıkılmadan. Elimden geldikçe namazlarımı aksatmıyor, farzları yerine getirmeye çalışıyordum. Helal ve harama dikkat ediyor, dinimi yaşamaya gayret ediyordum. Tek gayretim Rabbimin rıza ve sevgisini kazanmak olmuştu. Bir sevdaya tutulmuş gidiyordum işte. Adım adım sevdam büyüyordu. Aynı oranda imtihanlar da artıyordu. Siz kâinat sultanına kendinizi sevdirmek ve onu kendinizden razı etmeye çalışacaksınız ve nefisle şeytan rahat duracak, öyle mi? Durmazlar. Canla başla uğraşırlar sizi girdiğiniz yoldan çıkarmak için. Ayağınızı kaydırmak için ellerinden geleni yaparlar.
Bir gün namazdayken nereden geldiğini bilmediğim bir ses: “Senin o dinlediğin Kur’an gerçekte Allah’tan mı geldi? (haşa) Muhammed onu kendisi yazıp uydurmuş olamaz mı?” diye fısıldadı. “Bu ses de nereden geldi? Yoksa bunu söyleyen ben miyim?” diye bir endişe ve korku sardı benliğimi. Bir yandan da tövbe tövbe, diyorum içimden, neler düşünüyorum öyle? Öyle diyorum ama o soru kafamdan bir türlü çıkmıyor. Zoraki namazımı bitirdim.
O günden sonra ne zaman namaza dursam buna benzer fısıltılar duydum. “Muhammed’in gerçekten bir peygamber olduğunu mu zannediyorsun? Musa, İsa, Yunus, Yakup, İbrahim gibi peygamberleri de hakeza. Onlar peygamber değiller. Onlara indirilen kitaplar yalandır uydurulmuştur.” Bunun gibi beni inkâr etmeye çağıran telkinler beynimi yiyip kemirmeye başladı. Ben bir yandan bu sorularla boğuşuyor bir yandan da çok zor da olsa namaz kılmaya devam ediyordum. Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeyi de bırakmadım. Kafamda o sorular oluşunca kendi kendime şöyle diyordum: Olsun, varsın o peygamberler, indirilen o kitaplar gerçek olmasın. Ben yine de namaz kılacağım. En azından yarın Rabbimin huzuruna gittiğim zaman “Ey kulum benim için ne yaptın?” diye sorduğunda diyeceğim ki Rabbime: ‘Ey Rabbim! Ben senin için namaz kıldım, ibadet ettim. Senin memnun olacağın şeyleri yapmaya gayret ettim. Ne olur benden kabul buyur. Küçücük çabamı çoğa say.’
Kıldığım her namazda beynime gelen sesle öyle bir mücadele içine girmiştim ki… Bu mücadele gittikçe çetin oluyordu ve beni kıldığım namazdan soğutmaya çalışıyordu. Ama o kılıçlarını biledikçe ben daha çok taarruza geçiyor, ona karşı dimdik ayakta durmaya gayret edip bir cengaver edasıyla savaşmaya devam ediyordum. Ama gittikçe gücüm kuvvetim tükenmeye başlıyordu. Mağlup olmaktan, pes edip namazı terk etmekten çok korkuyordum. Direnmek, ona karşı gelip onu yenmeye çalışmak benim için çok zordu gerçekten. Sürekli tövbe ediyor, Rabbimden yardım diliyordum.
Bir gece çok acayip bir rüya gördüm. Rüya mıydı yoksa uyku ile uyanıklık arası bir şey miydi tam anlayamadım. Dışarıdaydım. Her yer zifiri karanlıktı. Yolumu şaşırmış gibi etrafıma bakınıyordum. Ben bu hâldeyken birden gökyüzünde çok parlak ve gözleri yakacak derecede şiddetli bir ışık belirdi. Bakmakta zorlanıyordum. Işığın parlaklığı ve büyüklüğü karşısında hayretteydim. Gözüm ondaydı sürekli. Işık gökyüzünden yavaş yavaş yeryüzüne doğru iniyordu. Yeryüzüne indikçe de parlaklığı artıyordu. Parlaklığı karşısında gözlerim daha da yandı. İndi… İndi… Tam karşımda durdu. Birden müthiş bir şey oldu. O parlak ışık karşımda ALLAH lafzını Arapça yazdı. Altına da 136 sayısı. Hayretim had safhada. Ben olanları izlemeye devam ediyorum. O ışık bunları yazarken ben de bir yandan okuyorum.
“ALLAH”
“136”
Bu durum beni o kadar sıkıyordu ki vücudumdan terler boşanıyordu. Sonra uyandım. İstemsizce yataktan fırladım. Terden sırılsıklam olmuştum. Bir yandan da titriyordum. Dişlerim birbirine vuruyordu. Askıdaki hırkamı üzerime giydim ısınmak için. Dilimden de az önce okuduklarım dökülüyordu sürekli.
“ALLAH”
“136”
Sürekli bunu tekrarlıyordum. Dehşete kapılmıştım. Nefes alışverişlerim düzensizleşmişti, kalbim hızlı hızlı atıyordu. O parlak ışık ve yazdıkları sürekli gözlerimin önündeydi. Rüyanın etkisinden çıkamıyordum bir türlü. Elimi yüzümü yıkamak iyi gelirdi belki. Banyoya geçip elimi yüzümü yıkadım. Derin derin nefes alıp veriyordum. Dilim ve damağımın kuruduğunu fark ettim. Mutfağa geçtim. O kadar susamıştım ki belki bir sürahi su içtim. Az da olsa kendime gelebilmiştim. Odama gidip yatağıma girdim. Az önce gördüğüm rüyayı düşündüm. “Bu da neyin nesi? Bu rüya bana neyi işaret ediyor? 136 ne anlama geliyor? Bu bir gün mü, bir zaman dilimi mi? Bir şeye işaret ediyor ama neye? Bu rüya bana ne anlatıyor? Bu sayı neye delalet ediyor?” diye düşündüm. Kafam cevabını deli gibi merak ettiğim bu ve benzeri sorularla doluydu. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hep rüyayı düşündüm.
Sabah olunca hemen teyzemin evine koştum. Orada internet vardı. İnternetten daha iyi araştırma yapabilirdim. Hemen bilgisayarın başına geçtim. 136 sayısını yazdım. Karşıma çıkan yazıların hiç birinde pek bir şey bulamadım. Ya bir yerin adresi çıkmıştı ya da en çok izlenen dizilerin 136. bölümü çıkmıştı. Bunların hiç biri rüyamın cevabı olamazdı. Umutsuz bir şekilde biraz daha arama yaptım internette. Ama yok. Hiç bir şey bulamadım. Üzülerek bilgisayarı kapatmaya hazırlanıyordum ki gözüme ilişen bir kelimede takılı kaldı gözlerim. “136. ayet!” Heyecanla atıldım. “Tabi ya! Nasıl düşünemedim? Bu bir ayet sayısı olabilir. Evet! Evet bir ayet sayısı olabilir. Ama hangi surenin 136.ayeti?” dedim kendi kendime. Kalbim hızlı hızlı atıyor, heyecandan yerimde duramıyordum. Hemen tıkladım. Merakla sayfanın açılmasını bekledim. Açılan sayfada ilk karşıma çıkan ayet 136.ayeti hızla okudum. Aman Allahım! Bu… Bu ayet… Bakışlarım ekranda kilitli kalmıştı. Adeta donmuştum oturduğum yerde. Gözlerim istemsiz doluvermiş, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüvermişti. Kaç dakika o hâlde kaldım bilmiyorum. Uzun zamandır kafamı meşgul edip duran ve fare gibi kemiren o sorulara cevap bulmuş olmak… Hayretteydim, tüm zerremle. Merhamet sahibi Rabbimiz beni o hâlde bırakmamış ve bana inayet göstermişti. Yardımını göndermişti. Bana bir işaret yollamıştı. Bana büyük bir lütufta bulunmuştu. Ayetin sonundaki “Deyin.” emriyle kendimi toplayarak karşımda o fısıltının sahibi varmış gibi ekrandaki ayeti onun yüzüne okudum:
“Biz Allah’a ve bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan her biri arasında fark gözetmeksizin inandık. Ve biz sadece Allah’a teslim olduk.” (Bakara Suresi /136)
0 yorum