Zeynep Vayiç
Hiç kimsenin ikna edemediği konu hakkında kendimi ikna etmeye çalışırken aynanın üzerindeki tozları fark ederek kendime geldim. Hâlbuki neredeyse ikna olacaktım. İkna olmalıydım, yoksa aklımın son kırıntısını da aynayla yitirecektim. Belki de Truman gibi gerçeği fark edebilecek, boğulmak üzereyken karaya çıkabilecektim, bilmiyorum.
Truman’ın vedasını düşünürken sol elini alnına dayamış, diğer eliyle kendisine meydan okuyan paspal biriyle göz göze geldim. O an kaşlarımı çatmaktan alnımın ağrımaya başladığını fark ederek onları özgür bıraktım. Zihnimde dönüp duran ve asla gerçekleşmeyeceğini bildiğim o konuşmayı da erteledim yine. Ne yazık ki bazı geç kalmışlıkların telafisi olmuyordu ve ben geç kalmakla meşhurdum. İlk dersime de geç kalmıştım, ilk aşkıma da. Neyse konu aşk değildi zaten.
Kaçmak için yatağın üzerine gelişigüzel attığım kitapları elime aldım. O an iyi bir fikir miydi bilmiyorum ama yıllar önce altını çizdiğim satırlarla tekrar tanışmak bazen terapi gibi geliyordu. Her ne kadar bazı satırlar bileklerime dolanıp yere kapaklanarak dizlerimin iyileşmesine izin vermese de bildiğim o yollarda yara bere içinde dolanmak hoşuma gidiyordu. İlk sayfadaki 2015 tarihine bakıp gözüm uzaklara dalmışken bir sivrisineğin vızıltısı gelip ensemden çekiverdi. Elimle sineği kovmaya çalışırken karşımda kendisini hatırlatmak için her an hazır olda duran o heybetli hediyeyle tekrar duruldum. Küçük bir taş, koca bir yazık kelimesine nasıl dönüşmüştü hâlâ anlamıyordum. Hayatımıza alelade giren insanların sessiz bir aceleyle öylece gidişlerinin, insanı bu kadar eksiltmesini de anlamıyordum. Hadsizlikti bu. Sana bir şeyler katacağını umarak açtığın kucağa gittikçe çoğalan bir özlem bırakıp gitmenin kelime karşılığı neydi? Böyle bir kelime yoktur büyük ihtimalle. Şımarıklık olabilir mi? Neyse. “Kısa bile olsa kimse kimseyi işgal etmemeliydi.” diye sesli düşünerek kitabın kapağını araladım.
Peyami Safa’yla bakışınca sayfalarını şöyle bir yoklayıp ilk gözüme çarpan altı çizili satırları okudum. “Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum.” Peyami Bey ölüm hakkında ne düşünüyor bilmiyorum ama ben ölümden değil tam olarak bunları yaşayamayıp ölmekten korkuyordum. Ölüm anı ya da sonrası değil, eksik ölmek, ukdeyle ölmek… Tam anlamıyla gözüM açık gitmek beni korkutuyordu. Üstelik O’nun karşısına çıkarabileceğim dolu bir heybem de yoktu. Ahmet abinin çok sevdiğim şu satırları geldi aklıma
“Bugün oturdum ölümü düşündüm,
Bir darağacında ya da yolda yürürken.
Bugün oturdum ölümü düşündüm,
Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken.”
Tıpkı bu satırlar gibi ölüm hep ensemdeydi fakat yaşamak için de acele etmiyordum. Aynı zamanda Peyami Safa gibi korkuyordum. Kendini bu kadar yoran başka kimse var mıdır acaba diye düşünürken kitabın içinden düşen kâğıdı havada kaptım. Yıllar önce hazırladığım liste gülümsememe sebep oldu. Hâlâ bir hevesle yapmak istediklerimi belirleyip gün geçtikçe ertelememle veya vazgeçmemle biriken listelerim vardı. Yine bir şeylere geç kalıyordum işte. Yaklaşık bir düzine kitap listesi çıkarmıştım, kenarına da önerilen birkaç film. Aradan yıllar geçmişti ama filmlerin hiçbirini izlememiş, kitaplardan da birkaçını okumuştum sadece. Önlerine hep başkalarını geçirmiş, onlara haksızlık etmiştim. Muhtemelen de ömrümün sonuna kadar hep bir şeylere haksızlık etmekle ve geç kalmakla debelenecektim.
Kitapları raflara yerleştirirken içlerinde arkadaşlarımın almış olduğu bazı eserleri öpüp yanağıma koyarak ufak bir hasret giderdim. Şimdi uyuyacak, zihnimdeki tüm konuşmayı çöpe atacak, kucağımdaki tüm özlemleri bir kenara koyacak ve bu kasvetin bir sis gibi yavaş yavaş dağılmasını izleyecektim. Geçecekti… Geçecekti ve kitaplığın kenarına yapıştırdığım küçük turuncu not kâğıdına yazdığım gibi devam edecektim:
“Gülsenize, neşelensenize. Bakın gök ne temiz, güneş ne parlak, hayat ne güzel.”
1 yorum
Hüdabin · Eylül 10, 2021 11:11 am tarihinde
Kaleminize sağlık.