Zeynep Vayiç

Kim bilir ne derdi vardı diyecekler. Arkamda bıraktığım yetmiş altı kiloluk boşluğu kendi mantıklı sebepleriyle doldurmaya çalışacaklar. Yirmi bir grama neler sığdırmaya çalıştığım kimsenin umrunda olmayacak. 

Geçinemedi diyecekler, biliyorum. 

Biliyorum, kavuşamadı diyecekler.

-Buraları yazarken gülümsüyorum.-

Biri çıkıp düşmanı vardı diyecek. 

-Kahkaha atıyorum-

Bağımlılığı vardı zaten kafası yerinde değildi hiç, diyecekler. Yanındaki bir ses onu onaylayacak şeyler ekleyecek belki. Arkasında da itiraf mektubu bırakmış diyerek teorilerini desteklemeye çalışacaklar hatta. Fakat bu bir itiraf değil, bu bir bertaraf mektubu.

 Ağızlardan çıkan her bir harf el ele tutuşup kefenimin üzerinden tekrar ümüğümü sıkacak. Beni yeniden öldürecekler. Gözümün ferini çalıp ardından kör muamelesi yapanlar, yoldaş bellediğim elimdeki bastonla beni yeniden öldürecekler. Evet öldürecekler. Tek bir bakışlarıyla parıltını, tek bir cümleyle umutlarını, tek bir gidişle inanmışlığını öldürenler gelip çökecek cesedime. Münker ve Nekir, bir ceset ancak bu kadar öldürülebilirdi diyecekler. Azrail bile iyi ki diyecek, iyi ki senin için fazla mesai yapmışım. Kelimelerin gücüne de iman etmiyorum artık. Çünkü siz kendi kelimelerinizle bile amel etmiyorsunuz. İbadet eden tek birini görebilseydim eğer yeni bir mabed bile inşa edebilirdim. Fakat ben galiba artık kafirim ve sizin münafıklığınızı bertaraf edeceğim.

Adımların altında ezilen sonbahar yapraklarının sesiyle okumasına ara vermişti. Etrafı kolaçan etmeye çalışırken mezarların mermer taşlarını okşayan rüzgardan ürkekçe birkaç nefes çaldı ciğerlerine. Yapraklar adımların ağırlığı altında daha hızlı can çekişiyor, kalbi daha hızlı, ciğerleri daha hararetli çalışıyordu. Kim var orada demeye kalmadan gözlerini beyaz bir ışık kesti.

“Lan! Lan oğlum sen ruh hastası mısın? Ölülere Yasin okunur, Fatiha okunur. Sen ne anlatıyorsun buradaki ahaliye kafir mafir gecenin köründe. Tövbe estağfirullah!” 

Kalbi yavaşlamıştı, ciğerleri ise daha sakin bir şekilde hala mezar taşlarını okşayan rüzgardan nefes çalmaya devam ediyordu. Bir eliyle göğsünü bastırıyor diğer eliyle de karşısındaki orta yaşlı adama ışığı yüzünden çekmesi  için el fenerini  indir şeklinde kolunu aşağı hareket ettiriyordu. Bekçi karşısındaki takım elbiseli çocuğu incelerken bu kılıkta birinin, gecenin bu vakti kimsesizler mezarlığında ne işi olabileceğini düşünüyordu. Takım elbiseli adam şaşkınlığını üzerinden atarak “Yarın arkamdan okursun.” diye karşılık verdi.

Sıcak nefesleri soğuk havayla birleşerek buhar dansı yapıyordu ikisininde dudaklarında. Bekçi, karşısındaki adamın ne demek istediğini anlamaya çalışırken takım elbiseli ise gözleriyle çıkışı arıyordu. Bekçi el fenerini kapatarak genç adamın yanına yaklaşmaya başladı usul usul. Ölmek isteyen biriyle karşılaşmamıştı hiç. Gecenin bile uyuduğu bu vakitte mezardaki ölülere mektup okuyan birini ilk defa görüyormuş gibi tepeden tırnağa dikkatlice inceliyordu. 

“Çok gençsin delikanlı, deli deli konuşma. Bak Hacula Teyzem doksan yıl yaşamış. Sen daha yolu yarılamadın bile.” diyerek önündeki taze mezarlığı gösteriyordu elindeki fenerle.

“Ölümün yaşı yok ki. Hepimiz ölecek yaştayız.” dedi genç adam elindeki mektupla önündeki isimsiz eski bebek mezarlığını göstererek. Yaşlı adamın hem şaşkınlığını hem üzüntüsünü hafifletmek için peşi sıra devam etti: “Üzülme, sevdiğim birinin de söylediği gibi insanı acıdan kurtaracak iki yol var, hızlı bir ölüm ya da uzun bir sevgi.” Omuzlarını silkerek “ve sadece yirmi bir gramım göçecek.” diye ekledi.

Takım elbiseli çocuk elindeki mektubu özenle katlayarak ceketinin iç cebine koydu. Yarın ölmeyecekmiş gibi üstünü başını güzelce temizledi, saçlarını parmaklarıyla tarayıp kaşlarını düzeltti. Ceketinin önünü ilikleyerek çıkışa yöneldi. Dere daha çok gürüldemeye, kurbağalar daha çok bağırmaya, rüzgar daha güçlü ıslık çalmaya başlamıştı. Bekçi, genç adamın arkasından gidip adını sanını öğrenmeyi düşünse de diğer taraftan ne de olsa yarın selası okunurken öğreneceğini düşünerek vazgeçti bu isteğinden. Tüm ölmüşlere Fatiha okuyup yerine geçti.

Biz şimdi yirmi bir gram mıyız Hacula Teyze?

Öyleymiş orti.

İyi de, yirmi bir grama ne sığar ki?

Yez inç kidim…*

*Hemşince’de “Ben ne bileyim” anlamına gelir. 


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir