Zeynep Vayiç

Adımlarım piyanistin tuşlara basma hızıyla doğru orantılı şekilde hızlanıyordu. Tabii ki ciğerlerim de onlara yetişmeye çalışıyordu ve cümlelerim… Zamanında preslediğim bütün kelimelerim ayak hızıma ayak uydurup,  tam tepemde ahenkle dans ederek cümlelere tamamlıyorlardı kendilerini. Artık koşuyordum, büyük ihtimalle oynatma listesinin sonuna gelince durabilecektim ya da yansımamı görünce gülümseyebildiğim o yere vardığımda önce nefeslenmek için duracak sonrasında bunun bahane olduğunu idrak edecek ve yolun karşısına geçip pastel renklere bezenmiş retro antika olan o vitrini izleyecektim. En sevdiğim vitrini…

Arabaların, insanların, sokak hayvanlarının rutini olan işlek bir caddenin ortasında denizi izlemek gibi hissettiren o vitrin… Güneş, koca binaların içinde kalmış küçücük dükkanın vitrininde batardı. Özel günlerde cıvıl cıvıl süslenirdi camlar, raflar, eşikler ve içerisi… Artık içerisi süsleniyor mu bilemiyorum ama bir zamanlar süslenirdi, bilirdim. El sanatlarının yapıldığı küçük bir dükkandı. Bazı günler atölyeler düzenlenir, beğenilen çalışmalar vitrine koyulurdu. O ise genelde evrenin en güzel buketlerini hazırlar, seramikleri zarif elleriyle biçimlendirir ve en güzellerini vitrinine koyardı. Bana sorarsanız hepsi en güzeliydi çünkü onun eli değmişti. Ve yine bana sorarsanız vitrin onun aynasıydı.

Dediğim gibi küçük bir dükkandı ve ben her köşesine hakimdim, vitrinin altındaki iki dolap kapağının ardı hariç. Kilidi yoktu ama hiç açmadım. Yasak değildi tabi ki ama görmemi istemiyordu. “Orası kusurlarla dolu bir kara kutu gibi. Herkesin kara kutusu vardır dimi?” diyerek geçiştirmişti gülerek. Şimdi cevaplayabilme şansım olsaydı eğer herkes Pandora değil derdim. Kutuya da hiç bakmadım. Çok merak ettim ama hiç bakmadım. Pandora’nın Kutusu’nu açıp kötülüklerin dünyaya saçılmasına neden olan meraklı eşi Epimetheus olmaya hiç niyetim yoktu. Zaman da buna müsaade etmedi zaten. Fakat bir gün, her köşesini ezbere bildiğim, o kusurlu görse bile her köşesini ayrı sevdiğim o küçük atölyenin, zaman zaman süslenen o eşiğin dışında buldum kendimi. Dükkanın cılız cam kapısının kilidi ilk defa o gün güçlü bir şekilde yerine oturmuştu. Ben de cılız kapı da sebebini bilmiyorduk. Anlaşılmak için çırpınmadığım yerde sanarken kendimi, sular çoktan ciğerimi doldurmuştu meğer. Tek bir öksürük yetecekti içimin cayır cayır yanarak da olsa rahatlaması için. Öksürmedim, ciğerime dolan o suyu seviyordum.

Sonra bir şey oldu. Tık diye bir ses… Hafif ama emin tık diye bir ses ve onu takip ederek etrafa saçılan vitrinin cam kristalleri… Hızla geçen arabanın tekerinden seken bir taş mı, dar kaldırımda yürüyen dikkatsiz  birinin darbesi mi yoksa Zeus’u kızdırıp intikam için Pandora’nın yaratılmasına sebep olan Prometeheus’ın gökten çaldığı ateş mi düşmüştü vitrine bilmiyordum. Suratıma çarpılan cılız cam kapı sapasağlam dururken, dükkanın camı ve ardında duran o en sevdiğim vitrinin camı paramparça olmuştu. Her bir rafına, insanların da görüp sevmesini istediği, özenle hazırladığı, süslediği, renklendirdiği o seramikler paramparçaydı artık. Kara kutu dediği iki dolap kapağı ise o hengameden açılıvermişti. İnsanların görüp vitrinden uzaklaşmasını istemediği, hor görerek ücraya kaldırdığı, tüm süs ve renklerini çaldığı, kendine yakıştırmadığı ne varsa artık ayan beyan ortadaydı. Gelen geçen insanlar da gördükleri manzara karşısında şaşkınca önce bir duraksıyor sonra yürümeye devam ediyorlardı.

Cılız kapı açıldı, omzumdan çekiştirildi, uzaklaştırılmaya çalışıldı. O an galiba bir çuvaldım. Dükkanın tüm ıvır zıvırı içine doldurulan ve kapı önüne koyulan bir çuval… Ayakkabım, yerine tam yerleşmemiş kaldırım taşına takılıp çuvala dönen bedenimi ufak bir sarsınca kendime geldim. Omzumdan çekiştiren ve artık tanımadığım o kadına baktım. O an anladım; kimse vitrinini donattıklarından ibaret değildi ve evet haklıymış, herkesin bir kara kutusu varmış. En azından onun vardı ve tam karşımdaydı. Kalbimdeki vitrinde ise ona ait sandığım ne kadar güzel şey varsa yıkılmıştı. Vitrini artık zarif haliyle değil, yıkılmış, kara kutusu açılmış olarak hatırlayacaktım. Pandora’nın Kutusu’nda onu iyileştirecek tek bir şeyi kalmıştı: Umut. Fakat karşımda artık tanıyamadığım, anlam veremediğim bir türe dönüşen o kadın için aynı şeyi söyleyebilir miydim, sanmıyorum. 

O kadının, artık bana dokunmasına tahammül edemediğim için ufak bir itiş ile kendimden uzaklaştırdım. İşin kötü yanı yaşanmışlıklar gözünüzde  ne kadar güzel olursa olsun, akılda kalan tek şey ardınıza dönüp gördüğünüz o son bakışa yansıyanlar oluyordu. Bende, karşımda küçük bir dokunuşla paramparça olan o iki vitrine baktım. Gördüğüm ise artık camında batan güneş değildi, yazar Peter Stamm’in “Bir bina ancak harabe haline geldiğinde tamamlanırmış. Belki aynı şey insanlar için de geçerliydi.” cümlesiydi. Bu kadardı işte, tamamlanmıştı. Güneş artık o vitrinin camında batmayacaktı ve süslenmiş vitrinlere artık inanmayacaktım. Kalbimde yıkılan vitrini ise çoktan kaldırmıştım fakat nasıl yıkıldığını o son bakış asla unutturmayacaktı. 

Oynatma listesinin sonuna gelmiştim. Tepemde ahenkle dans eden cümlelerim, vitrinin nasıl yıkıldığını anımsayınca sessizleştiler. Gitmek için ayaklandım. Ağaçların gölgelendirdiği kaldırımdan ufak adımlarla gitmeye yeltenirken sprey boyayla duvara yazılmış iki satırı içimden istemsiz okuyuverdim; 

geçip gideriz her şeyin yanından hafif bir dokunuş gibi.

ve her şey birlik içinde bizi susmakta. 


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir