Elif Likoğlu
Baştan sona dinledim ve derin bir nefes aldım. Artık ağzımı açıp bir şeyler söylesem iyi olacaktı. Bense öylece susuyordum. Bunca laftan sonra taş olsa dile gelirdi ama ben bir türlü gelemiyordum. Aslında söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki. Söyleyeceklerim arasında bir sıralama yapmam gerekiyordu. Önerilen sıralama mı? Kelime sayısına göre (artan) mı? Yok hayır kelime sayısına göre (azalan) mı? Şu alışveriş sitelerinde biraz daha az zaman geçirsem iyi olacak galiba.
ÇAAAAAAT!
– “Ne oluyor!” diye bağırdım içimden. Şu an yanağımda çok tatlı bir karıncalanma var. Kafam tamamen dağıldı. Acaba şu an yanağımdaki atom altı parçacıklarım ne yapıyorlar?
– Hâlâ yüzüme boş boş bakmaya devam ediyorsun. Ben artık sana inanamıyorum Kemal. Söyleyecek hiçbir şeyin yok mu? Hırhıhır çılçılçılçıl düldüldüldül.
Sonunda bu da oldu. Konuşamadığım yetmezmiş gibi şimdi bir de duyduğum sesleri anlamlandıramıyorum. Yanağıma yediğim, feleğin mi yoksa karımın mı sillesi olduğunu anlayamadığım tokat mı sebep oldu acaba buna? Bilmiyorum. Gidiyor işte, ya ne yapacaktı? Ağzından garip sesler çıkarmaya devam ede ede gidiyor. Aklıma ilkokuldaki Türkçe öğretmenim geldi. Soyut kavramları anlattığı bir derste, soyut şeyleri beş duyumuzla hissedemeyiz demişti. Ama Zeynep’in öfkesini hala yanağımda hissediyorum. Bu Matematiğin bizi kandırdığı yetmezmiş gibi bu Türkçe de bizi kandırıyor hocam.
* * *
Bir miktar zaman önce…
– Kemal insanları kaçırdın resmen. O kadar çok konuştun ki masadan nasıl kalkacaklarını bilemediler. Tamam her şeyi geçtim sakince soruyorum. Adam tam bir şey anlatıyor, dalga geçer gibi neden birdenbire iç geçirip “Keşke fil olsaydık!” diyorsun?
-Durduk yere söylemedim, bir kere burada anlaşalım önce. Konuyu Hakan açtı. Silivri’deki yazlıktan bahsedince yeri geldi söyledim.
– Yok sen hepimizin aklıyla alay ediyorsun! Deli desem değilsin akıllı desem hiç değilsin. İnsanlar yemeğin sonunu zor beklediler kalkmak için. Haklılar tabi. Ne alakası var Silivri ile fillerin?
“Sakince” demişti gördünüz. Her zaman öyle söyler. “Seni anlamaya çalışıyorum.” der, “Evet anlat bekliyorum.” der, “Sakince soruyorum.” der. Ama öyle olmaz işte…
– Ya bırakmadınız ki lafımı bitireyim. Ne demek ne alakası var? Hatırlamıyor musun? İki yaz önce gitmiştik, her yerimizi sinekler ısırmıştı, uyuz olmuş gibi kaşınmaktan derin dile gelmişti. Kırmızı harflerle “Yeter artık beni kaşıma!” yazıyordu her yerinde. Filler. Yani fillerin derileri, buruşuk ve kıvrımlı olduğu için sivrisinekleri derilerinin arasında eziyorlarmış. O yüzden keşke biz de fil olsaydık dedim. Şimdi anladın mı?
Resmen pişman oldu. Gözlerime acı dolu gözlerle bakışından belli. Eee ne sandın Zeynep Hanım? Ben boş konuşmam öğrenemedin bir türlü.
-Ee Zeynep, sence de bir özür borçlu değil misin bana?
Sessizlik. Derin bir nefes. Gidiyor…
Hep böyle yapar. Asla özür dilemez. Her defasında ona kendimi izah etmeme, haklı olduğumu gün gibi ortaya koymama rağmen özür dilemez. Kaşlarını çatar, hızlıca döner ve gider.
Ben Zeynep’i çok seviyorum. O da beni çok seviyor. Beni çok sevdiğini birkaç kez söylemişliği var, oradan biliyorum. İlk tanıştığımızda çok daha güleç bir kadındı ve onu güldürdüğüm için her zaman bana teşekkür ederdi. Aslında onu güldürmek için fazladan bir şey yapmama gerek kalmazdı. Garip bir şekilde, kendim olmam yeterdi. Şimdi anlamadığım ise kendim olmamdan rahatsız olması ve benden başkası olmamı beklemesi.
Zeynep, planları ve taktikleri olan bir kadındır. Nerede hangi hamleyi yapması gerektiği sanki zihnindeki anayasa kitapçığında madde madde yazılıdır. Ben ise hayatın her anını gelişine yaşayan, içimden geldiği gibi biriyim. Ama o, benim içimden geldiği gibi biri değil düşüncesiz, fevri, histerik; bazen de patavatsız biri olduğumdan emin. Bunlar benim varsayımlarım değil Zeynep’in bizzat sözlü beyanlarıdır. Haftanın birkaç günü düzenli bir biçimde bana bu şekilde beyanat vermek onun için bir rutin. Anayasa kitapçığının birinci maddesi “Kemal’e kim olduğunu mütemadiyen hatırlat!” olarak belirlenmiş sanki.
* * *
“Her şey zehirdir önemli olan dozdur.” diyen adam haklıymış. İkimize de yetsin diye bol kepçe sunduğum sevgim bizi zehirlemeye başlamış. İnsan hep kendinden verirse bir gün tükenirmiş.
Bu evde o iki kişi, ben ise yalnızdım, yalnızmışım. Sonunda başardı. Bir sabah uyandım ve hiçbir şey söylemeden gittim. Bu sonun başlangıcı oldu ya da başlangıcın sonu, tam olarak bilemiyorum. Gittim dediysem, iş yerime. Benim gibi insanların gidebilecekleri en uzak yerler bellidir. İş yerimde kimse bana değişmem gerektiğini söylemiyordu ama ben yine de onlara karşı da aynı tutumu sergileme kararı almıştım. Eğer Zeynep’in dediği gibi normal olan onlarsa ve ben herkesin kaçmak istediği biriysem buradakilerin de benden rahatsız olduklarını düşündüm. Aslında değiştiğim falan yok sadece onlarla konuşmayı bıraktım. Kendimle konuşuyorum artık, içimden. Sorun benim konuşmam değil onların duyması çünkü. Tamam sorunu çözdüm işte. Sonunda herkesi mutlu edecek bir yol buldum ve bu yol beni sonsuz bir mutluluğa sürüklüyor gibi hissediyorum.
Başlarda Zeynep’in çok hoşuna gitti bu durum. Bir kere bile nedenini sorgulamadı ama ben hissediyordum, içten içe zaferini kutluyordu. Zeynep’in yüzünde, artık benim de her saniyesi planlanmış yaşamının bir parçası olduğumu hissetmenin mutluluğunu görüyordum. Fakat günler geçtikçe gözlerindeki mutluluk yerini endişeye bırakmıştı. Sanırım bu endişede tamamen içimden konuşmaya başlamamın bir miktar etkisi var. Bunlar da benim varsayımım değil. Çünkü onu birkaç kez telefonda biriyle konuşurken duydum. Benden bahsediyordu ve galiba; ben delirmiş miyim, bunalıma mı girmişim; hiçbir şey olmamış ama yine de bir şeyler mi olmuş? İşte buna benzer şeyler anlatıyordu telefondaki kişiye. Onlarla konuştuğumda deli olduğumu söylemiyorlardı ama beni dinlemek de istemiyorlardı. Şimdi delirmişim ama herkes benim bir şeyler söylemem için seferber olmuş gibi. Allah’ım insanları mutlu etmek ne kadar zor. Hele Zeynep kulunu! Oysa ki dışarıdan bakıldığında ben; sakin, yemek pişiren, temizlik yapan, kedi kumu temizleyen, kitap okuyan, işinde gücünde biriyim. Ama Zeynep’e dışarıdan bakıldığında o; sürekli konuşan, konuşturmaya çalışan, o da yetmezse bağırıp çağıran biri. İşte tam da böyle bir akşam, Zeynep beni karşısına aldı ve anlatmaya başladı.
-Kemal kaç hafta oldu artık ne olur bir şey söyle. Ne oldu sana? Tamam bitmedi mi artık öfken? Ne kadar üzüldüğümü, ne kadar çaresiz olduğumu görmüyor musun?
Bir de üstüne ağlamaya başladı. Ağlamasın dayanamıyorum. Ağlama, ağlama hayır. İlk kez karşımda ağlıyor. Benim yüzümden mi, benim için mi acaba? Bunu bilmiyorum ama bu kesinlikle duygusal gözyaşı ve duygusal gözyaşı diğer gözyaşlarına göre protein bakımından oldukça zengindir. Yani o son damlayı yalayarak iyi yaptı bence. Her neyse sonuçta beni seviyormuş, ağlarken ağzından kaçırdı. Yıllar sonra yeniden duymak hoşuma gitti sanırım. Seviyorum dedi.
-Hem sen artık beni sevmiyorsun öyle değil mi? Bunun için ben yokmuşum gibi yaşıyorsun. Her neyse sebebi artık anlat ve ne yapmamız gerekiyorsa yapalım. Çünkü ben artık delirmek üzereyim ve hayatıma devam etmek istiyorum.
Seni sevmiyor muyum? Bunu düşündürecek ne yaptım ki, söylediklerimi duymuyor diye onu sevmediğimi düşünüyor. Tamam yeter artık sen istedin bunu:
-Hhhh, öhhü, hıhım…
Bi saniye hamlamışım galiba, sesim çıkmıyor. Ama çıkar birazdan, motor ısınsın önce. Benzinli araba mı bu çat diye çalışsın.
-Bu saçmalığa daha fazla tahammül etmek istemiyorum tükendim ben. Konuş artık ve bitirelim bu işkenceyi.
İşkence…
Seviyorum dediği ben değilmişim demek. Zaten pek beni seviyor gibi de durmuyorsun be Zeynep. Ama insan inanmak istediği zaman inanır. Bu böyledir, bir yolunu bulur ve inanır. Demek daha önce benim için harcamaya değer bulmadığın, şimdiyse son damlasına kadar harcadığın bütün çaban bir an önce benden kurtulmak için. Anlatmaya başladı. Sanki ben soruyorum o anlatıyor gibi, aklımdaki “Neden?” adlı soru yığınlarının hepsini cevaplıyor. Ne zamandır benimle yaşamanın ona eziyet gibi geldiğini, benim hakkımda ne kadar yanıldığını ve daha birçok şeyi. Konuşuyor mu ateş mi ediyor? Acı eşiğim de yüksektir ama sağlam vuruyorsun hayatım.
Baştan sona dinledim ve derin bir nefes aldım. Artık ağzımı açıp bir şeyler söylesem iyi olacaktı. Bense öylece susuyordum. Bunca laftan sonra taş olsa dile gelirdi ama ben bir türlü gelemiyordum. Aslında söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki. Söyleyeceklerim arasında bir sıralama yapmam gerekiyordu. Önerilen sıralama mı? Kelime sayısına göre (artan) mı? Yok hayır kelime sayısına göre (azalan) mı? Şu alışveriş sitelerinde biraz daha az zaman geçirsem iyi olacak galiba.
ÇAAAAAAT!
– “Ne oluyor!” diye bağırdım içimden. Şu an yanağımda çok tatlı bir karıncalanma var. Kafam tamamen dağıldı. Acaba şu an yanağımdaki atom altı parçacıklarım ne yapıyorlar?
– Hâlâ yüzüme boş boş bakmaya devam ediyorsun. Ben artık sana inanamıyorum Kemal. Söyleyecek hiçbir şeyin yok mu? Hırhıhır çılçılçılçıl düldüldüldül.
Sonunda bu da oldu. Konuşamadığım yetmezmiş gibi şimdi bir de duyduğum sesleri anlamlandıramıyorum. Yanağıma yediğim, feleğin mi yoksa karımın mı sillesi olduğunu anlayamadığım tokat mı sebep oldu acaba buna. Bilmiyorum. Gidiyor işte, ya ne yapacaktı? Ağzından garip sesler çıkarmaya devam ede ede gidiyor. Aklıma ilkokuldaki Türkçe öğretmenim geldi. Soyut kavramları anlattığı bir derste, soyut şeyleri beş duyumuzla hissedemeyiz demişti. Ama Zeynep’in öfkesini hala yanağımda hissediyorum. Bu Matematiğin bizi kandırdığı yetmezmiş gibi bu Türkçe de bizi kandırıyor hocam.
“Söylenemiyor çok şey susmadan”
***
-Hocam Kemal bey 34 yaşında, total mutizm (tümden suskunkuk) teşhisi ile geldi. Henüz bir ilerleme kaydedemedik. Süreci Fatih hoca yönetiyor. Diğer bilgiler dosyasında mevcut.
0 yorum