Hüdâbin

Kahvaltımı yaptıktan sonra ilk işim, hazırlanıp evden çıkmak oldu. Birikmiş faturaları bir an önce ödemem gerekiyordu. Çıktım çıkmasına da anahtarı içeride unutmuşum. Ah şu unutkanlık! Gitgide daha da unutkan oluyordum. Ne de olsa yaş ilerliyordu. Eve dönüşte kapıcıdan yedek anahtarı alırım, diye kalbime bir teselli yollayıp otobüs durağının yolunu tuttum. Durak tıklım tıklımdı. On dakikalık bir bekleyişten sonra neyse ki otobüs geldi. Otobüs durunca herkes doluştu bir anda. En son yine ben binmiştim her zamanki gibi. Hâliyle tüm koltuklar kapılmış, ben ve birkaç kişi ayakta kalmıştık. Bu kişilerden biri de yetmişli yaşlarda bir amcaydı. Ayakta durmakta zorluk çektiği her hâlinden belliydi. Oturanlardan hiç kimse, “Amca buyur sen otur,” demedi. Çoğu telefonunun ekranında hapsolmuş gibiydi. Nasıl görsünlerdi ki? Kimi de yanındakiyle ülkenin son durumu ile ilgili konuşuyordu. Hepsinin de meşgul olduğu meseleler şu an bu yaşlı adama merhamet edip yer vermelerinden daha önemliydi! En azından onlara göre. Bu duruma içten içten öfkelenmiştim. Birbirimizi göremeyecek kadar  mı körleşmiştik? Bu kadar mı merhametsizleşmiştik? Oysa eskiden böyle miydi? Büyüklere karşı saygı vardı. Büyükler oturtulur, küçükler ayakta kalırdı. Gün geçtikçe eski günleri daha da arar hâle geldik. Biz ne ara böyle bir toplum olduk, hiç bilmiyorum. 

Dayanamayıp kenarımdaki koltukta oturan gence kibarca, “Evladım, kalksan da bu amca otursa. Ayakta durmakta zorlanıyor çünkü,” dedim. Kulağında kulaklık olduğunu sonradan fark ettim. Ona döndüğümü, bir şeyler söylediğimi görünce kulaklığını çıkarıp yüzüme anlamsız gözlerle baktı. Tekrar ettim isteğimi. “Aman!” der gibi omuz silkti. “Ben de önemli bir şey söylüyorsunuz sanıp dinliyorum. Amca bir zahmet otursaydı evinde. Dışarda ne işi var?” dedi ve kulaklığını tekrar kulağına takıp elindeki telefona döndü. Gençteki rahatlık ve vurdumduymazlık karşısında iyice öfkelenmiştim. Amca bir kaç adım ileride olduğu için neyse ki duymamıştı. Otobüs az sonra  durmuş ve inmiştim. Amca ise kim bilir daha kaç dakika bu şekilde yolculuk yapacaktı. Onu ve bu insanların körlüğünü ardımda bırakarak yoluma devam ettim. PTT’nin önüne geldiğimde saat 11.30 olmuştu. Yarım saat sonra öğle arası verilecekti.  Neyse ki tam vaktinde yetişmiştim.  Tam merdivenleri çıkacaktım ki durmak zorunda kaldım. Çünkü ayakkabım yere yapışmıştı. Bir türlü kımıldatamıyordum. Birkaç hamlenin ardından ayakkabımı yapıştığı yerden kurtarabildim. Altına baktım, “Yok artık!” dedim istemsizce. “Senin çöpte olman gerekmiyor muydu? Kim attı seni buraya?” diyerek kendi kendime ayakkabıma yapışan sakıza söylendim. Bakışlarım o sırada merdivenlerin başındaki çöp tenekesine ilişti. Çöp tenekesinin bu kadar yakın olduğu bir yerde buraya atılmış olması sinirimi bozmuştu. Gerçekten şuradaki çöp tenekesini görememiş miydi atan kişi?  Gün geçtikçe neden bu kadar insanlardan uzaklaştığımı şimdi daha iyi anlıyordum, neden bu kadar içime kapandığımı da. İnsanlar insanlıktan uzak yaşıyorlardı ve ben buna tahammül edemiyordum artık. Her geçen gün eskiye olan özlemim daha da artıyordu. Bu kadarı da fazlaydı bana göre. Bu şehirde, bu ülkede hep beraber yaşıyorsak birbirimize karşı sorumluluklarımız vardı. Örneğin, yere çöp atmamak gibi. Örneğin, birbirine karşı kör ve sağır olmamak gibi, birbirine yardımcı olmak gibi. Daha birçok şey sayabilirdim lakin bir an önce ayakkabımdaki sakızı temizlemeli ve PTT öğle tatili için kapatılmadan faturaları ödemeliydim. Ayakkabımı, çantamdan çıkardığım peçeteyle yarım yamalak sildim. Tam olarak temizlenmediği için attığım her adımda yere yapışıyor, yürümemi zorlaştırıyordu. 

İçeri girip sıra numarası aldım ve beklemeye başladım. Epey kalabalıktı burası. Sıra tam bana gelmişti ki öğle tatiline girdiler. Bu kadar da talihsizlik olmazdı ki? Tam sıra bana gelmişken ne demeye ara veriyorlardı. Veznedeki kadına ısrar ettiysem de:

“Hayır. Şimdi işleminizi yapamam. Öğleden sonra gelin hanımefendi,” dedi ve arkasını dönüp çıktı. 

Öfkelenmiştim yine. Birkaç dakikalık işti. Halletseydi sanki ne olurdu?  Anlaşılan bugün hiçbir şey yolunda gitmeyecekti. O sırada eve gidip faturayı yatırma işini yarın halledeyim diye düşünmedim değil. Ama yarın tekrar otobüse binip buraya gelme zahmetine girmek istemedim. Hem zaten anahtarı da evde unutmuştum. Daha gidip kapıcıyı bulmam ve yedek anahtarı almam gerekiyordu. Allah bilir kapıcı bu saatte neredeydi? Apartman dışında her şeyle ilgileniyor mübarek.  O yüzden oturup bekledim. Beklerken  roman  okumaya karar verdim. Elimi çantama attım, kitap yoktu. Anlaşılan anahtarı unuttuğum gibi romanı da evde unutmuştum. Bir buçuk saati boş boş oturup etrafı izleyerek geçirdim. Nihayet öğle tatili bitti. İlk sıra benim olduğu için hemen ayaklanıp vezneye yöneldim. Ancak ben gidene kadar bir adam çoktan sıramı kapmıştı. Üstelik sıra numarası bile yoktu.  Her ne kadar kadın veznedar  sıranın bende olduğunu, geçip beklemesi gerektiğini söylese de adam bir türlü kalkmadı. “Acelem var bekleyemem,” dedi. 

“Bizim acelemiz yok sanki,” dedim sinirle içimden. 

“Bakın beyefendi sıra bu hanımefendinin. Sizin de gidip sıra almanız gerek,” diyerek yine tekrarladı kadın veznedar. Adam bana  döndü.  “Abla çok acil işim var gerçekten. Lütfen ilk önce benim ödemem yapılsın.”  Ağzımı açıp kızmak istedim. Ama böyle bir tartışmaya girmeye gerek yoktu. Anlayış gösterdim. Veznedar kadına dönüp, “Sorun değil. Beyefendinin işlemini halledin. Biraz daha beklerim,” dedim. Kadın veznedar peki manasında başını sallayıp adamın elindeki faturayı aldı ve ödemesini gerçekleştirdi. Adam nezaket gösterip bir teşekkür bile etmeden arkasını dönüp gitti. Arkasından öylece bakakaldım. Kadın veznedarın,

“Hanımefendi faturanızı alayım,” demesiyle bakışlarımı kadına çevirdim. Faturaları ödeyip hemen çıktım. Çıktığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Yanımda şemsiyem de yoktu. Yağmur artmadan hızlıca durağa doğru gittim. Attığım her adımda yere  yapışıp duran ayakkabım yerler ıslak olduğu için eskisi gibi yapışmıyordu artık. Çiseleyen yağmurun altında durağa  ulaşana kadar biraz  ıslanmıştım. Neyse ki otobüs hemen geldi de orada beklemek zorunda kalmadım. Üstelik bu defa çok kalabalık olmadığı için ayakta da kalmamıştım. Hatta bazı koltuklar henüz boştu. Hadi bakalım bir şeyler iyiye gidiyordu sanki. Hafif bir gülümseme yayıldı yüzüme. Koltuğa yaslanıp, bu anın keyfini çıkarayım, dedim. Ancak camdan gördüğüm manzara yine huzursuzlanmama neden oldu. Çünkü yağmur şiddetini artırmıştı. Duraktan eve gidene kadar olan zamanı düşündüm. Yine suratım düştü. Bugün olumsuzluklar silsilesi el ele verip başıma üşüşmüşlerdi anlaşılan. Derin bir nefes alıp verdim ve camdan süzülen yağmurları izlemeye koyuldum.  Az sonra içerisi birer ikişer yolcularla doldu. İçeriye kucağında bebeğiyle bir kadın bindi. Tereddütsüz ayağa kalkıp yer verdim. Teşekkür ederek oturdu. Nihayetinde otobüs ineceğim durağa geldi. Kadının kucağındaki tatlı şeye bir gülücük atarak otobüsten indim. Bundan sonraki yolu yürüyerek gitmem gerekiyordu. Yağmur az da olsa şiddetini azaltmışa benziyordu. Adımlarımı hızlı hızlı atıyordum. Bir an önce eve varma düşüncesindeydim daha fazla ıslanmamak için.  Ben hızlı hızlı yürürken o sırada caddeden  geçen bir araba biriken su birikintisinin içinden hızla geçti. Geçmesiyle tüm sular üzerime sıçradı. “Hayır! Olamaz!” diye bir çığlık attım istemsiz. Neye uğradığımı şaşırmış öylece kalakalmıştım. Yüzüme, pardösüme, çantama, her yerime değmişti sular. Araba hiç hızını kesmeden süratle yanımdan geçip gitti.  “Bu hızla caddedeki su birikintisine dalar mı insan? El insaf ya!” diye söylendim arabanın arkasından. Hâlime mi üzüleyim yoksa arkasından bakakaldığım ve yaptığından zerre utanmayan arabanın içindekine mi  sinirleneyim bilemedim? Çantamdan mendilimi çıkarıp yüzümü gözümü silmeye çalıştım. Çok sinirlenmiştim. 

Bugün yaşadığım olumsuzluklara bir yenisi daha eklenmişti. Derin nefes alıp vererek sakinleşmeye çalıştım ve evin yolunu tuttum yeniden. Yağmur yağmaya devam ediyordu.  Üzerimin ıslanmasıyla hafif bir titreme sarmıştı beni. Üşüyordum. Ellerimi ovuşturarak ısınmaya çalıştım. O an yüzümün artık ıslanmadığını, üzerime yağmur damlalarının düşmediğini fark ettim.  Yağmurun durduğunu zannettim bir an. Başımı kaldırıp baktığımda, üzerimde duran şemsiyeyle göz göze geldim. Şaşkınlığım ayaklarımı yere sabitledi. Öylece kaldım. Şemsiyeyi tutan kim diye bakacakken :

“Afedersiniz hocam! Korkutmadım umarım. Şey… Islandığınızı görünce…” devamını getiremedi. Başını önüne eğdi. Utanmıştı.  Bu kişi, emekli olmadan önce mezun ettiğim son sınıf öğrencilerinden Salih’ti. Sınıfın en sessiz ve terbiyeli öğrencisiydi. Derslerinde oldukça da başarılıydı. Öğrencimi  hiç beklemediğim bir anda ve durumda görünce bir garip olmuştum. Sıcacık bir his kaplayıvermişti tüm benliğimi. Bugünkü olumsuzlukların meydana getirdiği gürültü kirliliğini silip süpürmüş, tek bir kırıntı dahi bırakmamıştı. Gülümseyerek bir Salih’in utangaç bakışlarının gölgelediği yüzüne, bir başımın üzerinde tuttuğu  şemsiyeye bakıyordum. Afallamıştım  bu eşsiz incelik karşısında. Ne diyeceğimi bilememiştim. Sadece:

“Teşekkür ederim Salih,” diyebilmiştim tüm içtenliğimle.

“Rica ederim hocam. Çok ıslanmışsınız,” dedi üzülerek. Gülümsedim.

“Güzel şeylerin farkına tam olarak varmak için  belki de ıslanmak gerekir önce Salih. Hem de böyle sırılsıklam.” 

Dediklerimden bir şey anlamamıştı. Ama ben çok şey anlamıştım. 


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir