Efe İdris Arslan

Yine kendimi yalnız hissettiğim günlerden biriydi. Biraz sohbet muhabbet dinlemek üzere müdavimi olduğum mezarlığın yolunu tuttum. Bu mezarlığın karşısına bir hastane yapılmıştı. Hastanenin karşısındaki bir mezarlıktan daha iyi ne anlatabilirdi. Unutulmuşluğu, vazgeçilmişliği eski bir kitapmışçasına rafa kaldırılmak yahut yırtılmış bir Kur’an- ı Kerimi daha fazla yıpranmasın diye yakmak kadar isteksiz ama kolay bir şekilde bırakılıp gidilmenin acısını daha iyi ne anlatabilirdi?

Mezarlığın kapısını hafif bir gıcırtı eşliğinde açtım. Selam vererek içeri girdim. Annemin öğrettiği gibi üç İhlas bir Fatiha okudum bağışladım yatanların ruhuna. Hoş hepsi de yatmıyordu. Mezarlığın uzun yolunda yorulanlar için koyulmuş banklardan birine oturdum ve etrafı seyretmeye başladım. Karşımdaki mezarda el ve ayak bileklerindeki kısımları dantelli beyaz bir ipek elbise giyen, bıkmış ve usanmış bir yüz ifadesiyle oturan genç ve güzel bir kadın vardı. Çok geçmeden yanına eski ama şık kıyafetler giyinmiş bir genç geldi. Kadının gözlerine aşk dolu gözlerle baktı;

-Seni seviyorum. 

-Size daha kaç kere söylemem gerekiyor vazgeçin benden.

-Ama bunu yapamam. Sizden vazgeçmem demek kendimden vazgeçmem demek.

-Umurumda değil, kaybolun.

-Ama…

-Susun!

Gencin sayısız aması boğazına dolmuştu.

-Canınız cehenneme beyefendi! Şimdi gidin buradan!

-Sizinki cennete hanımefendi. Sizinki cennete…

Ve genç adam kulakları sağır eden bir sessizlikle ortadan kayboldu. Kadınsa hala aynı yerde oturuyordu.

 Yalnızlığımı bırakıp bunu mu görmeye geldim, diye geçirdim içimden. O esnada bir ateistin çaresiz haykırışları duyuldu:

-Olamaz olamazzzz…

Muhtemelen yok olmayı tercih ederdi bir hiç için yaşamışlığın sonunda var olmaktansa. 

-Bakar mısınız?

Düşüncelerimden ayrılıp gözlerimi karşımda mavi gözleri ve pembe montu ile bana bakan kıza çevirdim.

-Elbette küçük hanım, buyurun.

-Ben bu adresi arıyorum. 

Kızın uzattığı kağıda baktım. Kağıtta kötü bir el yazısıyla şunlar yazıyordu: “Koca kavak ağacını geçince ikinci hüzün yolu, sağdan üçüncü mezar.”

-Seni götürmemi ister misin? 

-Evet isterim.

Ayağa kalktım ve küçük hanımla beraber yürümeye başladım. Bağıran kargalar ve havlayan köpekler eşliğinde bir süre yürüdük. Sonra sordum:

-Kime gidiyorsun?

-Annen, dedi.

-Kim dedi?

-Babam, dedi.

-Adresi de o mu verdi?

-Sanırım uyandığımda başımda duruyordu. Peki sen burada ne yapıyorsun?

-Yalnızlığı bırakıp buraya gelmeyi seviyorum.

-Burada kim var ki?

-Seyyah kaplumbağalar, karga orkestraları, köpek dövüşleri.

-Ne de çok şey varmış!

-Evet.

Hüzün yoluna gelmiştik. Yola girdik, sağdan üçüncü mezarın başında bir kadın bekliyordu. Kız kadını görünce ona doğru koştu ve sarıldılar. Hava bir anda ışıdı, ısındı. İkisi de hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyanın en mutlu gözyaşları olabilirdi gözlerinden akanlar. Biraz daha yaklaşınca fark ettim bu mezar küçücüktü. O an ısınan hava buz kesti. Hayır, böyle olmamalıydı! Ama… Ama… Gencin boğazına dolan amalar şimdi benim kalbimde birikiyordu. Bu mezar tam da Küçük Hanımın boyundaydı. Kızın başının arkasına dikkat kesildim bir yere vurmuştu, ensesinin altında sırtından omuzlarına doğru uzanan dayak izleri belli oluyordu. Bunu anlamalıydım ama kim kabullenebilirdi, kim küçücük bir kıza ölümü yakıştırabilirdi ki? Bu bir meleği günah işlerken hayal etmek kadar bencilce ya da içinde kötü kelimeler geçen cümlelere yaratanın ya da peygamberin ismini katmaktan çekinmemek kadar küstahçaydı. 

Kız bana dönüp teşekkür etti, öpücüklü el salladı. Gözlerim dolmuştu ama fark ettirmemeye çalışıyordum. Ben de el salladım, görüşürüz dedim ve arkamı dönüp yürümeye başladım. Kız annesine yaşadıklarını anlatmaya başladı. Ben için için ağlıyordum. Mezarlığın sakinleri, yeni ve küçük katılımcısını karşılıyor gibiydi. Karşıdan her çağdan küçük çocuk yeni arkadaşlarına sarılmak için koşarak geliyordu. Kimisi bir Rum kızı, kimisi Bizans oğlanı, Osmanlı’dan kalma entariler giyinen sarı sarı iki ikiz kardeş… Hepsi çocuktu. Hepsi masum… 

Geldiğimde uyuyordu, mezarlık da birden uyanmıştı sanki. Uğultular, ağlayışlar, haykırışlar…  İçimdeki bu çaresizliğin kokusunu alan şeytanın beni takip ettiğini fark ettim. Adımlarımı hızlandırdım ve olabildiğince çabuk bir şekilde mezarlıktan çıktım. Muhtemelen buraya bir daha gelmeyecektim. Çünkü her gelişimde çocuklar bir daha ölmesin diye beni takip eden şeytana ruhumu satmak gelecekti aklıma, yeter ki çocuklar ölmesin çocuklar ölmesin çocuklar…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir