Efe İdris Arslan

Yorucu bir iş gününün ardından eve gelmişti. Mevsimlik ceketini çıkarıp askıya astı. Ellerini yıkayıp odasına girdi. İçeri girince, tam karşıda pencere, pencerenin solunda da duvara dayalı bir çalışma masası vardı. Masanın altındaki sandalyeyi tutup karşı duvara doğru itti. Masanın karşı çaprazındaki yatağının üstünden yorganını aldı, masanın altına serdi. Yastığını da alıp onun üstüne attı. Pantolonunun ceplerinden telefonunu, cüzdanını ve evin anahtarını çıkardı; ardından yatağın üstüne fırlattı. Yatağın ayak ucundaki kafesten fare dostu Bani’yi çıkardı. Onu öptü:
— Nasılsın dostum? Ne yaptın ben yokken? Bendeki de soru… Seni kafese kapatıp gidiyorum, sonra da “Ne yaptın?” diye soruyorum.
Bani, beyaz tüylü, pofuduk, şirin bir fareydi. Onu çok küçükken sahiplenmişti. Kafesi oldukça büyük olsa da onu orada tek başına bırakıp gitmek hiç hoşuna gitmezdi. Ne de olsa, o bu hayattaki tek arkadaşıydı. Üzerini değiştirmeye üşendi. Bani kucağında, kendi boyunun yarısından biraz daha uzun olan masanın altına girdi. Bu, krem rengi ve üzerinde ağaç çizgisi desenleri olan suntadan bir masaydı. Bacaklarının sığmayan kısmını dışarı çıkardı, yorganın dışarıda kalan kısmını Baniyle üstlerine aldı. Bani, kafasını yorgandan dışarı çıkartıp ona baktı. Diğer insanlar onun yatağı olduğu hâlde masasının altında uyuduğunu bilseler, deli olduğunu düşünürdü. Ama o bununla gurur duyuyordu.
Gün boyu çalışma masalarında çalışılıyordu. İşte olunan zamanlar ofisteki masalarda, evde olunan zamanlarda ise çalışma masasında… Ama iş yemek yemeye gelince yemek masasına, eğlenmeye gelince çekyatlara, televizyonlara; uyumaya gelince yatağa gidiliyordu. Bu durumda masa, bir çıkar ilişkisinin hüzünlü kurbanı oluyordu. Bunu fark ettiği günden beri masasının altında uyuyor, masasında yemek yiyor; orada eğleniyor, orada dinleniyordu.
Şimdi birileri çıkıp “Masaların duyguları yok.” diyebilirdi. Bir kitapta okumuştu — Gökhan Özcan, Serçe Parmağı — şöyle diyordu:
“Hem ne biliyoruz dünyalar güzeli bir prensesin, kıskanç bir cadı tarafından yapılan bir büyü ile ambalaj lastiği hâline getirilmediğini?”
Haklıydı da… Ya bu masa bir prensese, ya da bir şövalyeye, bir yeniçeriye, ne iş yaptığı bilinmeyen bir düke aitti ve bir büyü ile ölü bir ölümsüzlüğe mahkûm edildiyse? Hangi insan düşünürdü ki bunları?
Diğer insanlara göre tuhaftı; bunu o da biliyordu. Her konuda diğerlerinden farklıydı. Alaçatı’ya gezmeye gidip de mezarlık gezen tek kişiydi o. Her yer gezilebiliyorken mezarlıklar niye gezilemesindi? Bazense farklı amaçlarla daha anlaşılmaz şeyler yapıyordu. İzinli olduğu günlerde sabahtan gidip tramvay duraklarına oturup akşama kadar tramvay bekliyordu. Tramvay dahi olsa beklediği bir şeyin gelmesi onu mutlu ediyordu. Çünkü küçük ya da büyük, neyi çok isteyip beklediyse şu hayatta vaktinde gelmemişti. Beklemeye dair anlamsız bir kaideydi bu: İnsan bir şeyi isteyip beklerse muhakkak vaktinde gelmezdi. Tramvay ve toplu taşıma araçları bu kaidenin birkaç istisnasından biriydi. Fakat insanın bu gelmeyişleri, bekleyişleri, hayatına anlam katıyordu.
Üniversite mezunuydu. Birçok farklı eğitim bitirmişti. Fakat kendisiyle gurur duyduğu en büyük başarısı, “Boş İşler Mezunu” olmasıydı. Kaç kişi boş işlerden mezun olmuştu ki? O mezundu. Çabucak atanmıştı; doldurulacak çok şey vardı, yapılacak çok iş… Bu işler, boş bir su bardağını doldurmaktan çok, sokağın ortasında bomboş duran kullanılmayan bir çöp kutusuna dertlerini saklaması gibi bir görev vererek onun kendini önemli hissetmesini sağlamak gibiydi. Önemli işler yapıyordu. Para da almıyordu. Bani’ye döndü:
— Yaşarken kıymetimiz bilinmedi, acaba öldükten sonra bilinir mi?
— Hayır Bani, hayır… Biz kıymeti öldükten sonra bilinecek adamlardan da değiliz.
Zaten kıymetinin bilinmesi için önce bilinmesi gerekiyordu. O bütün işlerini bir FBI ajanı edasıyla gizlilikle yürütüyordu, aynı filmlerdeki gibi. Bunun yanında sırrını paylaşacak arkadaşı da yoktu, ihtiyacı da yoktu. Zaten Bani vardı. O neyine yetmiyordu? Fakat bu biraz içine dokunmuyor da değildi. Çünkü o kötü bir insan değildi. Yani, o öyle düşünüyordu. İnsanlara iyi davranıyordu. Onlara iyilik yapıyordu. Onları önemsiyordu. Mesele de bu değil miydi? İnsanlar, kendilerine iyi davranan insanları görmezdi. Onları önemsemezdi. Kötü davrananlara ise iyi davranır, onları önemserlerdi. Hayat bile iyi insanların suratına tükürür, kötülerin yüzüne gülerdi. Zamanla farkına varmıştı: İnsanlara iyilik yapıp vefa beklemek, bir sivrisineğe kanını emdirip ondan kan tahlili yapmasını beklemekten daha hayal ürünüydü.
Gerçekleri düşünmek canını sıkmıştı. Yorganı kaldırdı. Önce uzanıp Bani’yi masanın üzerine bıraktı, daha sonra kendi masanın altından çıktı. Yorganın dışarıdaki kısmını içeri doğru katladı. Yatmadan önce ittiği sandalyeyi geri çekti ve oturdu. Bani, dağınık masanın üstünde geziyordu. Masa gerçekten çok dağınıktı. Not aldığı A4 kâğıtları masanın dört bir yanındaydı. İki roman masanın sol tarafındaydı; sağ tarafta bir ıslak mendil paketi, ortada ise bir dizüstü bilgisayar vardı. Bilgisayarı açtı. Kafası kaşındı, elini karışık saçlarının arasına götürdü. Sürekli yediği için bir türlü büyümeyen tırnaklarıyla kafasını kaşıdı; daha sonra elini saçlarına sürerek alnına götürdü ve yirmi beş yaşında biri için hatları fazla belli olan yüzünden aşağıya indirdi. Bir süre bilgisayarın duvar kâğıdındaki manzaraya baktı. Müzik klasörüne girdi. Derin bir nefes verdi. Ferdi Tayfur’dan bir şarkı açtı. Şarkıyı bir süre dinledi:
“Boş ver diyorlar, hoş gör diyorlar, bu dünya böyle gelmiş böyle gider diyorlar…”
Bu sözler onu sinirlendirmişti. Müziği durdurdu. Masanın üstündeki romanları koklayan Bani’ye baktı:
— Kim oğlum bunlar, kim? Her şeye bir lafları var!
Bir anda uyku bastırdı. Vücudu, bu sinirin anlamsız olduğu kanaatine varmış olacaktı ki onu uykuya itiyordu. Bastıran uykunun yanında bir baş ağrısı olmazsa olmazdı elbette. İlaç içmezse ağrının artacağını biliyordu. Sandalyeden kalktı.
— Uslu dur Bani, bir şeyleri kemirme tamam mı?
Odadan çıktı. Salondaki dolabı açtı. Bu dolapta ağrı kesici ve çeşitli ilaçlar vardı. Açıkta duran ambalajdan bir tane ağrı kesici aldı. Kapağı kapattı. Mutfağa girdi. Küçük bir evi vardı: bir tuvalet, bir banyo, yatak odası, mutfağı, küçük de bir balkon… Ama ona yetiyordu. Terekten bir bardak aldı. Musluktan su doldurdu. Balkona çıktı. Burada oturup etrafı seyretmek için bir sandalyesi vardı. Evi dördüncü kattaydı ve bir yola bakıyordu. Sandalyeye oturdu ve ilacını içti. Bir süre, elinde boş bardakla gelip geçen arabalara baktı.
Gecenin bir vakti, arabalar hızlı hızlı geçiyordu. Herkes telaşlıydı, herkes aceleci. İnsanın kanında vardı aceleci olmak. Saate bilmem kaç kere dolaşırdı vücudu… Bu acelenin ardında yaşamak isteği vardı. Evet evet, yaşamak… Klişe yaşamak: ikinci el bir araba, iki daire — birinde kendileri oturur, birini kiraya verirlerdi — ek gelir olurdu. Ara sıra tatile gidilirdi. Bunlar için ek işler gerekirdi. Sık sık prim de alsalar iyi olurdu. İnsanlar yaşamaya çalışıyorlardı. Yaşamaya çalışırken yaşamayı unutuyorlardı.
Oysa biraz durup nefes alsalar, bir kedi okşasalar, yağmurda yürüseler ve o toprak kokusunu ciğerlerine doldursalar, bütün bu koşuşturmanın arasında tutunacak bir şey bulabilirlerdi… Aynı onun gibi. O, tutunmak için kendi Bani’sini ve masasını seçmişti.
Bani onu içeride bırakmıştı. Gidip bir baksa iyi olurdu. Mutfağa girdi, bardağı musluğun yanına bıraktı ve hızlı adımlarla odasına döndü. Görünürde Bani yoktu. Yine nereye girmişti bu yaramaz? Eğilip yatağın altına baktı. Orada değildi. Masanın altındaki yorganda bir hareketlilik fark etti. Bani olmalıydı. Yorganı kaldırdı, Bani onu görünce koşup dizine atladı. Bani’yi alıp omzuna koydu, sonra bir muhabbet kuşu edasıyla omzunda duran Bani’ye baktı. Onu gerçekten seviyordu. O, bu hayattaki tek dostuydu.
Bilgisayardaki saate baktı. Geç olmuştu. Gözlerinden de uyku akıyordu. Artık yatmalıydı; aksi takdirde yarın işe geç kalırdı. Bani’yi kafesine geri koydu. Bilgisayarı kapattı. Büzülüp masanın altına girdi. Gözleri ağrıyordu. Bir bu tarafa döndü, bir diğer tarafa… Bir türlü rahat edemiyordu. Hani insanın çok uykusu olduğu zaman uyuyamazdı ya, o da öyleydi. Bir yıla yakındır masasının altında yatıyordu ve hiç rahatsız olmamıştı. Fakat sanki bu gece burası onu rahatsız ediyordu. Kalkıp yatağına mı yatsaydı? Ama bu durumda masayı satmış olacaktı. Ama uyuyamazsa da işe geç kalacaktı. Bir an yetişkin tarafı konuşmaya başladı:
— Bu ne kadar çocukça bir düşünce. Büyü artık… Hayatını bir odanın içinde, bir fare ve bir masayla geçiremezsin.
— Ama onları seviyorum.
— Ama onlar seni sevmiyor. O fare yalnızca ona baktığın için sana öyle davranıyor. Masanın ise zaten duyguları yok, canlı bile değil. Sen de bunun farkındasın. Yoksa niye sadece fareyi arkadaş olarak göresin, onu da görmeliydin. Bu çocukça vicdandan vazgeç artık.
Bu sözler onda tokat etkisi yarattı. Evet, masaya hiç arkadaş gözüyle bakmamıştı. Yalnız kalmasın diye onunla yatıyordu. İçten içe canlı olmadığını biliyordu. Üzerinde çalıştığı için ona borçluymuş gibi hissediyor olmalıydı. Büyümeliydi artık.
Masanın altından çıktı. Yorganını ve yastığını alıp yatağına yattı. Evet, burası çok rahattı. Hem de çok… Gözleri yavaştan kapandı. Kendini yavaş yavaş yumuşak bir uykuya bırakıyordu.
Bir anda Bani, kendini kafesin tellerine atmaya başladı. Gözlerini açtı. Masa ona bakıyordu. Evet, gözleri yoktu ama ona bakıyordu. “Beni neden bıraktın?” der gibiydi. Bani ise buna isyan edercesine, deliler gibi çırpınıyordu.
0 yorum