Hüdâbin

Sırtında bir çuval unla yıkıntıların arasından geçerek evinin bulunduğu sokağa girdiğinde güneş batmak üzereydi.  Omzu müthiş ağrıyordu. Çok yorulmuştu. Ama umrunda değildi. Günlerdir doğru dürüst bir şey yiyememiş ailesine, bugün eli boş gelmemişti ya… Onların karnı doyacak, solan yüzleri  canlanacaktı ya… Bu düşüncenin verdiği mutlulukla çuvalı biraz daha sırtlanıp eve doğru yürümeye devam etti.  İki üç saatlik  yolu omuzunda bir çuval unla yürümek kolay olmamıştı.  Aslında evi çok uzak mesafede değildi. Ama can güvenliği için yolunu uzatmak mecburiyetinde kalmıştı. Duyduğuna göre birkaç gündür yol üzerinde İsrail askerlerinin tankları vardı. Oradan veya yakınlardan geçenleri anında katlediyorlardı ya da esir alıyorlardı. Erzak almak  için giden birkaç komşusundan haber yoktu. Muhtemeldi ki onlara yakalanmışlardı. Akıbetleri ne yazık ki  bilinmiyordu. Temkinli olmakta yarar vardı. O yüzden  bu tenha uzun yolu kullanmıştı. Burası daha güvenliydi ama sadece şimdilik. Hiçbir yerin güvenliği yoktu zira. Her an  üstlerine bir bomba düşebilir veya bir mermi gelip onları bulabilirdi. Burası Gazze’ydi çünkü.  Her taraftan kuşatılmış, açık hava hapishanesine dönüştürülmüş, öksüz yetim kalmış şehir… Ama bilmedikleri bir şey vardı. Burası korkusuzların şehriydi. Her şeye herkese inat hayatta kalmaya çalışan, topraklarını sahiplenip dik duran, can ve mal  kayıpları olsa bile zerre yılmayan, şehadete aşıkların ve İslâm’ın bayrağını en güzel şekilde taşımaya çalışanların şehri…

Sırtında çuvalıyla, yüzünde tebessümüyle, göğsünde  hakiki  imanıyla nihayet evinin bahçe kapısına vardı. Camdan umut dolu bakışlarla yol gözleyen eşi onu bahçe kapısında görünce koşarak kapıya çıktı. Eşinin gelişi solgun yüzünü renklendirdi bir anda. Açlıktan bîtap düşmüş bedenine kan geldi adeta. Sabahtan beri dualar ediyor, Allah’tan eşini, kendisine ve yavrularına bağışlamasını diliyordu. Biliyordu çünkü gidenlerin çoğunun bir daha gelemediğini, meçhullerde kaybolduğunu. Gidenlerin akıbetlerinin ne olduğunun bilinmediği yerdi burası.  

Sevinçle haykırdı kapıda Samara. 

“Elhamdülillah, elhamdülillah Nadirimi bana gönderdin Allah’ım!” Eşi Nadir gülümseyerek bahçe kapısını açıp girdi ve çuvalı omuzundan indirdi. Allah’a emanet ettiği ailesini ve evini yerli yerinde bulduğu için minnet doluydu.  Elini gökyüzüne açtı ve “Elhamdülillah!” dedi.  Samara şükranlarını dile getirirken arkasından çocuklar göründü kapıda. Üçü de çok solgundu. Özellikle 2 buçuk yaşındaki  Nahil. Gözleri çukurlaşmış, tombul yanakları sönmüş, incecik olmuştu bedeni. Babalarını görmeleriyle yüzleri aydınlandı.   7 yaşındaki  Iyad, 5 yaşındaki Yusef   ve   Nahil gülerek  koştular, babalarının boynuna atladılar. Nadir, üçünün cılız ve solgun bedenlerini birden kucaklayıp öptü. Kokularını içine çekti.  Samara  kapıda durmuş onlara gülümseyerek bakıyor şükrediyordu. Nadir sevgi dolu bakışlarını ay yüzlü Samara’ya çevirip  gülümsedi.

“Hemen hamur yapalım da evlatlarımız sıcak ekmek yesin.” dedi. Samara hamur leğenini almaya koştu. Nadir, çocukları kapının önündeki, zamana meydan okuduğu ve yıkılmamak, kırılmamak için direndiği her halinden belli olan eskimiş sedire oturttu. O da Gazze gibiydi işte. Direniyordu. Yıkılmamak, yok olmamak için dimdik ayakta duruyordu. Gazze’de sadece insanlar değil hayvanlar, ağaçlar, eşyalar, evler de direniyordu. Kanlarının son damlasına kadar direneceklerine söz vermiş gibiydi buradaki her şey ve herkes. Ne açlık, ne işkence, ne esaret ne bombalar ve ne keskin nişancılar. Hiçbiri korkutmuyordu onları. Samara un çuvalından biraz un alıp yoğurmaya geçerken Nadir sedirde çocuklar ile sohbet ediyor şakalaşıyordu. Kimi zaman yakınlardan kimi zamanda uzaktan bomba sesleri duyuluyordu. Aylardır bu seslerle yaşıyorlardı. Onların günlük rutini haline gelmişti bu sesler. Viran olan evler, sönen hayatlar, dağılan aileler demekti her düşen bomba. İyi biliyorlardı. Ama şunu da iyi biliyorlardı ki ölüm bir son değildi. Tebdil-i mekandı, asıl vatanlarına bir gidiş biletiydi, terhisti, vazifeden paydostu. Hem zaten Allah’tan gelmemişler miydi? O’na dönüştü işte. Ölümün hakikatine varan hiç korkar mıydı ondan? Korkmazdı elbet. Onlar da korkmuyordu. 

Bombaların sesinin  gölgesinde Samara hamuru  hızla yoğurdu. Çocuklar çok açtı. Bir an önce pişirip karınlarını doyurmak istiyordu. O sırada Iyad aklına gelen şey ile koşarak eve geçti. Elinde bir kart ve hediye paketiyle az sonra kapıda belirdi. Nadir onu merakla izliyordu. 

“Hayırdır oğlum. Ne oluyor?” 

Iyad koşarak babasının yanına geldi. Gözlerinin içi gülüyordu. Elindekileri mutlulukla uzatıp gösterdi:

“Bak babacığım bu benim hafızlık belgem. Bugün verdi hocamız. Bu da onun hafız olanlara özel diktiği gömlek.  Yarın da bizim için özel merasim yapılacak babacığım. Siz de gelirsiniz değil mi?” Nadir duydukları karşısında duygulanmış gözleri dolmuştu.  Oğluna gurur duyarak baktı. Onu alnından öpüp sarıldı.  “Gelmez miyiz oğulcuğum, tabii ki geliriz.” dedi. Ayağa kalkıp kıbleye döndü ve şükür secdesine vardı sevinçle. Ağlayarak şükretti Allah’a. Kalkıp tekrar Iyad’a sarıldı. “Hafızlığın mübarek olsun oğlum. Kelamullah ile yoldaşlığın ebedi olsun. Kur’an üzere yaşayasın. Hem sen hem kardeşlerin.” Samara bu tabloyu gözlerinden süzülen yaşlarla izliyor Nadir’in duasına gönülden “Amin!” diyordu. 

Hamur hazır olduğunda güneş batmış akşam ezanının  okunmasına dakikalar kalmıştı. Nadir koşup ateş yaktı. Iyad da koşarak  annesine hamuru açmada yardım etti. Öyle güzel açıyordu ki Nadir hayranlıkla onu izliyordu.

“Samara baksana, oğlumuz hem harika bir hafız hem de çok  iyi bir aşçı. Ne güzel hamurları açıyor öyle.” Beraber gülüştüler.  Az sonra bahçenin içini pişmiş taze ekmek kokusu doldurdu. Nadir ilk pişen ekmeği hemen üç parçaya bölüp evlatlarına uzattı. Günler sonra ilk defa boğazlarından ekmek geçiyordu. Nadir  ve Samara şefkatle onlara bakıyorlardı. Evlatlarını açlık ve susuzlukla imtihan etmemesi için Allah’a dua ettiler.  Nadir bir yandan ekmekleri pişirirken bir yandan da fısıltılı bir sesle konuştu. Iyad o sırada kardeşlerinin yanına gitmişti.  

“Un aldığım yerde komşular kendi aralarında konuşurken duydum. Refah kapısına gidecekmiş çoğu yakında. Orası buradan daha güvenliymiş. Birkaç güne yola çıkacaklarmış. Artık duramayız burada. Bize de yol göründü.” Samara hamur açıyor onu dinliyordu. Başını kaldırıp önce  eşine sonra çocuklara baktı. Bakışlarını nice anılar biriktirdikleri evinde, bahçesinde gezdirdi. Derin bir nefes alıp verdi. Her zaman söylediği ayet-i kerimelere tutundu. “İnna lillâh ve innâ ileyhi raci’un “(Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz.)” dedi gülümseyerek. Ardından ekledi. “Hasbunallahu veni’mel vekil. Ni’mel mevlâ veni’men nesir.(Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. O ne güzel vekil, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.)” 

Nadir de hemen arkasından tekrarladı. Uzun zamandır en çok sarıldıkları ayetlerdi. Ayetleri okumuyor yaşıyorlardı resmen. Ezan okunup  karanlık tam bastığında ekmekler bitti. Birkaç tanesini komşulara da  göndermeyi ihmal etmediler. Bombaların kulakları sağır edici sesi altında uzun, zulmetli   bir gece  yine  onları bekliyordu. Nadir ve Samara’nın gözünü uyku tutmuyordu. Ay ışığının hafifçe aydınlattığı odada öylece durmuş uzun zaman sonra ilk defa karınları tok olarak  uyuyan çocuklarını beraber izliyorlardı. Nadir Samara’nın elini sımsıkı tuttu. Fısıltıyla konuştu. 

“Bir gün gelecek bu bombaların yerini zafer şarkıları alacak. Bu ülkenin çocukları özgürce yaşayacak, sokağında özgürce koşturup oyun oynayacaklar. Gece uykuları hiç bölünmeyecek. Huzurla ve karınları tok olarak uyuyacaklar her zaman. O gün gelecek inanıyorum.  Sen de inan Samara.” 

“İnanıyorum.” diye karşılık verdi ve eşine sokuldu. Nadir’in yamacında kendini dünyanın en güçlü kadını gibi hissediyordu. Onun huzur veren kokusunu içine çekti. “Allah’ım bizi sabreden kullarından eyle ve müslüman olarak canımızı al.” diyerek dua etti Samara. “Amin!” dedi Nadir. Gece boyunca susmadı bombalar.  Nahil   uykusundan birkaç defa sıçradı. Bir keresinde de dayanamayıp ağladı korkudan yavrucak. Nadir onun başını göğsüne yasladı. Sakinleştirmeye ve onu uyutmaya çalıştı. Samara da kulağına yaklaşıp  ipek sesiyle ninni söyledi. 

“Aksa’nın melekleri çoktur yavrum. Toprağı peygamber kokar yavrum. Dal tatlı rüyalara, dal uykuya… Uyu, uyu bir Ömer ol yavrum. Dal tatlı rüyalara, dal uykuya. Uyu, uyu Selahattin ol yavrum…” 

Az sonra büyük bir gürültü hoyratça soluğunu kesti ninninin. Derin bir uykuya daldı hepsi. Hem de hiç uyanmamak üzere… Ne kimseler fark etti yokluklarını, ne kimseler bildi onları. Dünyanın derin sessizliği içinde yitip gittiler. Adları sanları hiç yokmuş gibi… Bir sayıdan ibaret oldular sadece… 

* Bakara 156

*Al-i İmran 173


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir