Muhsine Sevra Kaçalin

İnsan neydi? İnsan kendini ne zaman ve nasıl tam olarak tanımlardı? Kim olduğu idraki ne zaman başlardı insanın? Bir ömür kendini aramakla geçiren insanoğlu en nihayetinde aradığını bulabilir miydi? Yaşadığı süre zarfında kendini aramakla ve bulmakla uğraşmıştı Nedret Hanım. Şimdi tam da kendimi buldum dediği yerde ve zamanda kimliğinin başka bir yüzüyle karşılaşıyordu.

Aile pikniği şenliklerle ilerlemeye devam ederken Nedret Hanım’daki durgunluk da gözlerden kaçmıyordu. Ortamların neşe kaynağı olan Nedret gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti. Herkes Nedret Hanım’ın anlatacağı hikâyeyi merakla bekliyordu. Şenlik durulup hikâye saati geldiğinde herkes Nedret Hanım’ın etrafında çember oluşturarak oturdu. Nedret Hanım hiç neşesi olmamasına rağmen kendini toplamaya çalışarak başladı hikâyesine. 

– Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken gerçek olamayacak kadar güzel bir ülkenin gerçek olamayacak kadar güzel bir köyünde mutlu mesut yaşayan bir aile varmış. Bu ailenin yaşadığı evde kahkahalar eksik olmazmış, kapılarının önünden geçen herkes bir daha geçermiş. Evden gelen kahkahaların sebebini merak ederlermiş, ne ola ki bu kadar güldükleri, derlermiş. Bir gün köy ahalisi karar vermiş ve bir akşam kapılarını çalmışlar. Bu mutluluğun sebebini soracaklarmış.

Tık tık tık… Duyan yok. İçeriden şen kahkahalar yükseliyor. Tekrar vurmuşlar kapıya. Tık tık tık… Yine duyan yok. Bu defa ahali sabırsızlanmış biraz daha sert vurmaya karar vermişler kapıyı. Tak tak tak… Bu defa kapı açılmış. Evin beyi çıkmış kapıya, karşısında kalabalığı görünce şaşırmış hâliyle.

-Hayrola ahali, ne oldu akşam akşam, demiş. 

İçlerinden biri söze girmiş. 

-Biz uzun zamandır bir şeyi merak ediyoruz Kunduracı Ali, demiş. Her akşam evinizden kahkaha sesleri yükseliyor, bu kadar güldüğünüz nedir söyleyin de biz de bilelim. 

Ali soruyu duyunca yüzüne bir tebessüm yerleşmiş. 

– Siz bu saatte bunu merak ettiğiniz için mi geldiniz, demiş. 

Büyük bir sessizlik… Köylüler utana sıkıla evet anlamında başlarını sallamışlar. 

-Gelin öyleyse göstereyim, demiş.

Köylü eve girince yerde oyunlar oynayan küçük bir kız çocuğu görmüş. Herkes bunda bu kadar gülünecek ne var sanki, çocuk işte, bu kadar gülünür mü homurtularıyla evden ayrılmış. O günden sonra Ali’nin evinin neşesi herkesin haset ettiği, birbirlerine anlatırken küçümseyerek anlattıkları bir mutluluk kaynağına dönüşmüş. Meraklarını tatmin edecek büyük bir sebep ararlarken Ali ve eşinin bir çocukla bu denli mutlu olmasına anlam verememişler. Ali ile olan ilişkilerini de etkilemiş bu durum. Halkın küçük bir kısmı hariç hepsi o evle iletişimini en aza indirmiş. 

Zaman su gibi akıyor Ali’nin kızı da zamanla birlikte büyüyormuş. Ali’nin köyde işleri de zamana yenilmeye başlamış. İnsanlar artık eski ayakkabılarını tamir ettirmek yerine şehirden yenisini alıyorlarmış. Ali’nin kendi yaptığı ayakkabılar da şehirdeki ayakkabılardan daha pahalıya mal olduğu için köylü şehirdeki ayakkabıları tercih eder olmuş. Ali eve ekmek getirememeye başlayınca kapıya kilidi vurup kasabaya yerleşmeye karar vermiş. Lakin kasabaya gidince de kasabada zaten hâlihazırda var olan kunduracılardan dolayı kendi işini yapamamış, halk zaten var olan kunduracılara gittiği için ilk aydan dükkanın kepengini indirmiş.

Hâl böyle olunca kasabada bazen hamallık yaparak eline geçen 3-5 kuruşla, bir şekilde, evini döndürmeye başlamış. Kasabalı Ali’yi sever olmuş, sevdikçe de ufak tefek işlerini ona verir olmuş. Ali’nin evinde akşamları olan şen kahkahalar köyden kasabaya geldikçe bozulmuş, artık eski tadı tuzu yokmuş evin. Ama yine de hâllerine şükrederlermiş. Akşam eve gittiğinde kızını kucağına alınca dünyanın tüm elemini kederini unuturmuş Ali.

Bir gün yine böyle hep birlikte otururlarken Ali’nin kızı bayılıvermiş. Telaşla hemen hastaneye koşmuşlar koşmasına ama hastanede onları bekleyen felaketin hayatlarını nasıl değiştireceğini bilememişler. Ali’nin maddi gücü azalınca eve giren yiyecek çeşitliliği de azalmış hâliyle. Doktorlar kızın yetersiz beslenmeye bağlı olarak bayıldığını söylemiş. Dahası Ali’ye ve eşine kızlarını ihmal ettiklerini, çocuğu Çocuk Esirgeme Kurumu’nun alabileceğini söylemişler. Anne-baba olarak bunları duymak perişan etmiş onları. O günden sonra da artık hayatları hiç eskisi gibi olmamış. Evlerine gelen görevliler o evin bir çocuğun yaşaması için elverişli olmadığını, zaten maddiyatlarının da çocuğu sağlıklı bir şekilde yetiştirmeye uygun olmadığını, dahası bu şekilde yaşamaya devam ederse çocuğun 1-2 sene sonra zaten bakımsızlıktan öleceğini söylemişler. Çocuklarını her hafta görebileceklerini ama eve geri alabilmeleri için de bu şartları iyileştirmeleri gerektiğini söylemişler. Ali ve eşi içleri kan ağlaya ağlaya bu teklifi kabul etmek zorunda kalmışlar. 

Bunları anlatırken Nedret Hanım sanki olayı yaşıyormuşcasına hüzünleniyor, zaman zaman gözleri doluyor, sesi titriyordu. Nedret Hanım’ın anlattığı bu hikâyeyi tüm aile ilk defa dinliyordu. Kardeşleri dahil herkes merakla hikâyenin sonunu bekliyordu.

-Ee nene vermişler mi kızlarını yani öyle kolayca? diye soruverdi Nedret Hanım’ın büyük torunu. Öyle kolay mı insanın evladından vazgeçmesi? 

Nedret Hanım bu soru karşısında bir an bocaladı. Ne diyeceğini bilemeden torununa başıyla sessiz ol işareti yaptı. 

– Ali ve eşi içleri kan ağlaya ağlaya bu teklifi kabul etmek zorunda kalmışlar kalmasına ya, başlarına ne geleceğini henüz bilmediklerinden bir yandan da kendilerini avutmaya çalışıyorlarmış. Evladımız en azından sağlıklı olacak. Ölmesinden iyidir, en azından göreceğiz, ya ölürse naparız gibi düşüncelerle içlerini bir nebze olsun ferahlatıyorlarmış. Derken ayrılık günü gelmiş çatmış. Ne yavrucak ana babasından ne de ana babası yavrularından ayrılmak istememiş. Ağlaya ağlaya birbirlerinden koparılmışlar. O günden sonra Ali ve karısı her hafta çocuklarını görmeye gitmiş, her gidişte Ali’nin belki bir gün yavrumuza kavuşuruz umudu içinde sönmüş gitmiş. Ali ne yaptıysa durumunu düzeltebilecek imkânı bulamıyormuş. 

Ee işte böyledir yavrularım, diye devam etmiş Nedret Hanım, neyi çok severseniz, neyi vazgeçilmez sanırsanız o elinizden kayıp gider. 

Sonra önündeki bir bardak suyu tek yudumda içivermiş içinin yangınını söndürmek istercesine…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir