Muhsine Sevra Kaçalin

Nedret Hanım o gün uyandığında gözlerini bambaşka bir dünyaya açmıştı. Bu zamana kadar güvendiği herkes ona yabancıydı. İnandığı her şey ona uzaktan el sallıyordu. Kendisini hiçbir yere ait hissedemediği bu yeni durumda kim olduğunun ipuçları arasında dolaşıp duruyordu zihni. Onu ayakta tutanın, bunca zamandır kendisini bir yere ait hissetmesini sağlayanın aile mefhumu olduğunu ancak şimdi anlıyordu. Kendine dair bildiği her şey bir anda tepetaklak olmuştu sanki. 

Aile insanın kendisini anlamlandırmasında bu kadar önemli miydi gerçekten? Kendini ailesinden ayrı tanımlayamaması da neyin nesiydi? Bunu idrak ettikçe kendisine daha çok yükleniyordu. Allak bullak olan sadece zihni değil hayatıydı da aynı zamanda. Şimdi nereden başlayacağını, ne yapacağını, nasıl yol alacağını bilmiyordu, bildiği tek şey kim olduğuna dair tüm bildiklerinin yalan olduğuydu. Sanki bir rüyadan uyanmıştı da şu an mı rüyada yoksa önceden mi rüyadaydı bunu anlamaya alışıyordu. 60’lı yaşlarına geldiğinde hayatının artık tekdüze olacağını ve nadir zamanlar dışında sınırlarının çok da aşılmayacağını düşünürdü. Çocukları hatta torunları olmuştu. Aile ziyaretleri dışında sessiz bir hayatı vardı. Bütün günü salondaki camın önünde geçiyordu. Evin içinde bir ev gibi bütün vaktini o tekli koltukta geçiriyordu. Ömrü hayatı boyunca başına böyle bir şey gelebileceğini hiç düşünmemişti. Evlenene dek zaman zaman içinde uyanan bir his bütün benliğini sarar, onu ele geçirmeye çalışırdı. Böyle zamanlarda zihnine yerleşen sisi dağıtır, kendisine ve ailesine karşı bir suçluluk sarardı bedenini. Şimdi ise o sisi dağıttığı için aynı suçluluğu yeniden duyuyordu. Hayatının en rahat dönemi olmasını umduğu bu yaşında yeniden huzursuzluk sarmıştı dört bir yanını. Bulduğu bir mektup hayatını tepeden tırnağa değiştirebilir miydi gerçekten?

Önceki geceyi anımsadı. Çocukken ailesiyle birlikte geldiği bağ evine yine ailecek gelmişlerdi. Harika geçen bir günün ardından, herkes odasına çekilmiş, Nedret Hanım da yatmak için odasına gelmişti. Eskiden beri alışkın olduğu üzere yatmadan önce pencerelerin pervazlarına el atmış, bir şey olup olmadığını kontrol etmişti. Bu geçmişten getirdiği bir çocukluk alışkanlığıydı. Pervazda bir şey olmadığına kanaat getirince içi rahatlar ve yatardı her zaman. Ama bu sefer böyle olmadı. Pervazın köşesinde açılan deliği fark etmesiyle içindeki mektubu alması bir oldu. O an kendine dair bilmediği tek şey o mektubun bütün hayatını alt üst edeceği idi. Şimdi ise kendine dair bildiği tek şey bu. Hayat ne garip! Mektubun ilk cümlesini okuyana kadar yeni bir şey bulmuş olmanın heyecanı vardı içinde. İnsan başkasının sırrına ne meraklı, kendininkine ise ne kadar yabancı! 

Nedret Hanım hep başkalarının hayatına olan merakıyla bilinen, dahası genellikle de yeni bilgilerin peşinde koşan biriydi. Bir gün talihin ona kendi sırlarını aşikâr edeceğini hiç düşünmemişti. Bu mektup hayatının dönüm noktası olacak nitelikte bir ders de veriyordu ona! Araştırma! Başkalarının sırlarını araştırma Nedret Hanım, dercesine yüzüne vuruyordu gerçekleri.

İşte bu mektup şöyle başlıyordu:

‘‘Kızım Nedret,

Bu mektupta yazdıklarımı yüzüne söyleme cesaretini kendimde bulamadığım için özür dilerim. Bu konuşmayı sana çok önceden yapmalıydım. Nitekim ben ölüp gittikten sonra bunları öğrenmenin seni ne denli sarsacağını da biliyorum. Ama yine de bütün bu olanları bilmeye hakkın var diye düşünerek bu mektubu sana bıraktım. Lütfen bana kızma. Ben ömrüm boyunca seni sevdim ve korudum. Ama seninle ilgili senden gizlediğim bu şeyden dolayı vicdanımın sesini hiçbir zaman susturamadım. Bana hakkını helal et ne olur!..’’

Böyle başlayan bir mektubun pek hayırla neticelenmeyeceğini bilecek kadar yaşı vardı. Nitekim öyle de olmuştu. Birkaç ay önce kaybettiği annesinden ona kalmıştı mektup. Anne yadigârı bir mektubun ona bu kadar acımasız gelmesi… Bedenini yeniden ateş bastı. Göğüs kafesinden başına doğru sıcaklığın çıkışını hissediyordu. Annesinden gelen mektup onun tüm doğruları ile çelişiyordu. Kendini ait hissettiği bu aile, kardeşleri, evi, köyü… Hepsi birer birer geçti gözünün önünden. İnsan ölürken hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçer sanıyordu ama o ölmeden filmi başa sarıp sarıp izlemişti bile. Çocukken bazı günler içine bir kuşku düşer, evlatlık olduğuna dair bir his peyda olurdu içinde. Bazen de his peyda olmasa da kendisi evlatlık olmayı dilerdi. Ama şimdi, bunca sene sonra, tam anlamıyla kendisini bu aileye ait hissederken, kökleri ile bu ailenin her yaşanmışlığını sarmışken, bu mektup onu tepetaklak etmişti. Tüm gelecek planı aile piknikleri planlamakken bir anda aile bildiği herkes onun için yabancı olmuştu. Ne yapacağına, nasıl hareket edeceğine dair bir yol haritası çizmesi gerekiyordu. Bu yaştan sonra bütün bunlarla uğraşacak enerjisi var mıydı gerçekten? Bunu kendisi de bilmiyordu, yaşayıp görecekti. Üstelik şimdi tüm ailesini toplayıp onlara bu aileden olmadığını anlatma görevi de omuzlarına binmişti. Bütün bu düşünceler zihnini ele geçirmişken kapı tıklama sesi ile kendine geldi.

-Anne! Anne hadi!

-Efendim?

-Kaç saattir sana sesleniyoruz, kahvaltı saati!

-Tamam, diyebildi kısık bir sesle.

Kendini toparlayıp aşağı inmesi gerekirken bedeni onu yatağa gömüyordu adeta. Yavaş hareketlerle doğruldu ve kıyafetlerini giyinip aşağı indi. Herkes çoktan sofraya kurulmuş, çaylar doldurulmuştu bile. Nedret Hanım zihninden geçen düşüncelerin görülmesinden korkarcasına yerine geçti. Durgunluğu her hâlinden belliydi ama kimse bir şey sormadı. Tüm kahvaltı boyunca ailesini izledi. Kardeşlerini, çocuklarını, yeğenlerini ve hatta torunlarını… Büyük aile pikniklerinde tüm aile bir araya gelirdi, hatta kuzenleri, onların çocukları bazen de uzak akrabadan birileri dahil olurdu. Bu piknikler için özel organizasyonlar düzenlenir, sazlar çalınır, oyunlar oynanırdı. Bahçe buna göre düzenlenir, büyük bir kutlama havasında geçerdi. Nedret Hanım da bu şenlikleri çok sever, her organizasyonda dedelerinden öğrendiği efsanevi hikâyeleri bir meddah edasıyla anlatırdı. Bu kez içini sevinç yerine hüzün ve endişe kaplamıştı. Kardeşlerine baktıkça aklı soru işaretleriyle doluyordu. Acaba başka kardeşleri  var mıydı, varsa neredeydiler, ne iş yapıyorlardı? Öz ailesi kimdi? Annesi ve babası yaşıyor muydu? Onu neden bırakmışlardı? Bütün bu sorular zihnini doldururken göğsüne bir sancı girdiğini hissetti. Sanki tüm hücreleri herkese tüm bunları haykırmak istiyormuşçasına isyan ediyor, Nedret Hanım’ın sessizliğine karşı çığlıklar atıyordu. Nedret Hanım ise böyle bir günde ailesinin de keyfini kaçırıp organizasyonu bozmak istemiyordu. Arada bir saate bakıyor, tüm şenlik bitince ailesine olanları söylemenin bir yolunu düşünüyordu.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir