Muhsine Sevra Kaçalin

Saatine baktı. Saat tam biri çeyrek geçiyordu. Yaptığı hesaplara göre, eğer hiçbir sorun çıkmazsa 25 dakika sonra gitmesi gereken yere varmış olacaktı. Yani saat biri 40 geçerken. Her zaman kendi kendine oynadığı zaman oyununu oynamaya başladı. Kendisine 5 dakika verdi. 5 dakika içinde tramvaya binmiş olmalıydı. Eğer 5 dakika içinde tramvaya binerse 20 dakika sonra inmesi gereken durağa ulaşacaktı. Eğer hiçbir sorun çıkmazsa tam vaktinde orada olacaktı.

Adımlarını hızlandırdı, tramvayın turnikesine yaklaştı. Karşıdan tramvayın geldiğini görüyordu. Tam sıraya girecekken köşede kucağında henüz 2-3 yaşlarında olduğu anlaşılan bebeği ile oturan kadını gördü. Tökezlemişti. O esnada nereden geldiğini anlamadığı bir patlama sesiyle sarsıldı.

İnsanlar saniyeler içinde çil yavrusu gibi etrafa dağılmaya başlamıştı. Ortada ne tramvay sırası duruyordu ne de köşedeki kadın. Etraftan insanlar bağrışıyor o ise sadece dudak kıpırtılarını görebiliyordu. Kadınlar ve çocuklar çığlık çığlığa bir yerlere sığınmaya çalışıyorlardı. Her şey yolunda giderse 25 dakika sonra varmış olacağı durak şimdi ondan saatlerce uzaktaydı. Ne yapacağını bilemez halde sağına soluna bakıp sonra en iyi bildiği şeyi yapmaya başladı, koştu. Sağa koştu, sola koştu, zikzak çizip koştu. Nefesi tükeninceye kadar, güvenli bir sığınak buluncaya kadar koştu. Koşarken bir yandan arkadan gelen bomba seslerini duyuyordu. Bir an için arkasına baktı. Etrafta kaçan insanlar, ağlayan kadınlar, yerlerde yaralanmış yatan ve yardım bekleyen insanlar… Bir tarafta ise parça pinçik bedenler… Olduğu yerde durdu. Ne yapıyordu? Şimdi kaçma zamanı mıydı yoksa o insanlara yardım mı etmeliydi? Bir savaş ne kadar sürebilir diye düşündü. 1 yıl, 3 yıl, 5 yıl? Bir anne evlatlarının her an serseri kurşunlara kurban gidebilmesi ihtimaline ne kadar tahammül edebilir, diye düşündü. Bir baba çocuklarının her gece aç yatmasına kaç sene tahammül edebilir, diye düşündü. Bir evlat annesini ve babasını her an kaybedebileceği düşüncesiyle ne kadar yaşayabilirdi? Düşündü. Yaşıyorlardı, bunu her gün her dakika yaşıyorlardı. Tabi buna yaşamak denirse…

Kendi ailesini düşündü. Annesini, babasını, kardeşlerini, eşini, çocuklarını. Onları buradan, bu cehennemden kurtarmanın tek bir yolu vardı ancak onu yapınca da korkak diyorlardı. Savaştan önceki hayatı düşündü, hani evlatları sokakta arkadaşlarıyla kavga etmesin, aman bir yerleri zarar görmesin, aman karınları aç kalmasın diye endişe duydukları günleri… Şimdi ise tek endişeleri çocuklarının bir sonraki güne gözlerini sağ olarak açabilmesi ve kursaklarından geçecek bir dilim kuru ekmeği bulabilmekti. Burada bu atmosferde çocuklarının ne ruh sağlığı kalmıştı ne de eğitimleri. Artık bir anne-babanın evlatları için sunabileceği sıcak bir yuvaları yoktu, karınlarını doyurabilecekleri bir sofraları yoktu ve onlar için daha iyi bir gelecek sağlayabilecekleri bir hayatları yoktu. Bunları düşünmek ona ağır gelse de az önceki bombalamada ölenlerden biri olmadığı için kendini şanssız hissetti.

Bugün yaşadığı bu hadise onu yeni bir kararın eşiğine getirmişti. Uzun zamandır tasarladığı fakat cesaret edemediği şeyi gerçekleştirmeyi düşündü. İltica edecekti, çocukları için, eşi için, ailesi için iltica edecekti. Burada durup kiminle savaştığını dahi anlayamadığı, ismini bilmediği pek çok düşmanı olan bu savaşı ne kendisi yaşayacaktı ne de ailesine yaşatacaktı. Daha önce giden akrabalarından aldığı havadislerden biliyordu, yol çetindi ve gidilen yerde büyük zorluklar vardı. Ancak ne olursa olsun herhalde şu an içinde bulunduğu bu cehennemden daha iyidir, diye düşündü. En azından her gün çocuklarının tepesinden bombalar yağmaz, en azından bir gün çocuğunun bir sniper kurşununa kurban gideceği endişesini taşımazdı. En azından belki bir kuru ekmek bulur da çocukları geceleri karnı tok uyur diye düşündü. Bu işin sonunda aç kalmak da var, yolda giderken soğuktan ölmek de var, gittiğin yerde kabul görememek de var. Ama ne olursa olsun ailesini bu atmosferden çıkarma vaktinin geldiğini düşündü.

Az önce yetişmeye çalıştığı şeyi unuttu. Artık kendine yeni bir rota çizmişti. Çocuklarını daha korunaklı bir yere götürecekti ve hemen yarın yola çıkacaklardı. Eve gittiğinde yaşadığı cendereyi anlattı ve artık buna tahammül edemeyeceğini, çünkü bu savaşın sonunu ön göremediğini söyledi ve alınabilecek en az eşya ile iltica edeceklerini haber verdi.

Gece sabaha kadar hazırlıkları tamamladılar, günün ilk ışıklarıyla yola çıkacaklardı. Savaştan önce ortalama sayılabilecek hatta belki de güzel denilebilecek bir araç ayarlamıştı. Ancak savaşın etkisi ile bu araç da yıkık dökük bir külüstüre dönüşmüştü. Yine de 4 tekeri var mı var, diye düşündü ve en azından sınıra kadar onları taşıyabilecek bir araç bulduğu için haline şükretti. Eşiyle birlikte kimseye haber vermeden ve hiç ses çıkarmadan çocuklarını uyandırıp araca bindi. Komşularına bile veda edememek, helalleşememek onları yaralıyordu. Ancak buna mecburdular çünkü artık komşuları dahi ajan olabilirdi. -Kötü niyetli olmasalar bile- sırf çocuklarının boğazından bir parça ekmek geçirebilmek için en yakınlarındaki insanları satabilirlerdi. Bütün bunları düşünerek eşinin gözyaşları eşliğinde yola çıktılar. Araba henüz hareket etmiş, daha sokağın başını dönememişken bir bomba sesi ile sarsıldılar. Dönüp baktıklarında bombanın kendi evlerine düşmüş olduğunu gördüler.

Bir anda yaşadığı şokla sarsıldı. Etrafına bakıyor ama bir şey göremiyordu. Zemin ayaklarının altından kaymış gibiydi. Gözlerini açtığında çevresinde insanların biriktiğini gördü. Su verenler, kolonya koklatanlar… Ama o bunları düşünmüyordu. Köşede oturan kadın ve çocuğuna baktı. Kadın gözlerini dikmiş ona bakıyor, çocuk ise korkuyla olanları izliyordu. Ayağa kalktı ve kadına cüzdanında bir miktar bıraktı. Tramvayın turnikesinden geçerken az önce yaşadığı şeyleri daha önce yaşadı mı yoksa bütün bu olanlar ona beyninin bir oyunu mu, diye düşünüyordu. Saatine baktı. Saat biri on sekiz geçiyordu. Geri dönüp baktığında ne kadını görebildi ne de çocuğu…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir