Hüdabin

Güneş, gün boyunca yeryüzünde gezdirdiği güleç ışınlarını toplamış, ağır ağır batmaya hazırlanırken o, derme çatma evinin salonunda, masanın üzerindeki şeffaf plastik vazoda bulunan güllerini kucaklamaya gidiyordu. Öncesinde biraz göz gezdirdi. Solmaya yüz tutmuş iki gül gözüne ilişti. Onlara, içi burkularak baktı. Kimsenin yüzünde tebessüm olamadan solup gitmiş olmalarına üzüldü. İkisini de vazodan çıkardı ve gövdelerini bir parmak boyunda kalacak şekilde kesip hemen yamacındaki küçük ve dopdolu kitaplığına yöneldi. Gülleri kurutmak için kullandığı kalınca kitabı alıp, sayfa aralarına elindeki bu iki gülü özenle yerleştirdi. Onlara gülümseyerek baktı ve:

“Kimsenin çehresine tebessüm olamamış olabilirsiniz ama benim çehreme konmuş en nadide tebessüm olduğunuzu unutmayın, güllerim.” dedi.

Onları teselli ediyordu her zamanki gibi. Ne zaman gülleri solmaya başlasa, böyle yapardı. Onları kurutmak için kitap arasına koyar ve teselli ederdi. Her biri yavrusu gibiydi onun için. Üzerlerine titrer, gözü gibi bakardı. Güller, onun geçim kaynağı olduğu gibi birer yol arkadaşıydı aynı zamanda. Onlara kimi zaman şiirler okur, bülbülvari türküler bile söylerdi. Özellikle de işten eve döndüğünde elinde satılmamış olan güllere. Her birinin mahzun olduğunu düşünür, kendince onları gülümsetirdi. Zira ona göre arkadaşları birer birer başka çehrelerde tebessüm olmuş, gayelerine ermişlerdi. Ama onlar, o akşam gayelerine erememiş, onun elinde kalmışlardı. Kitabı kapatarak rafa bıraktı ve masadaki diğer güllere yöneldi.

“Bu akşam ne yapıp edip satmalıyım bu gülleri, yarın akşama kalırsa onlar da iyice solacaklar.” diye düşündü.

Gül dolu vazosunu kucakladı ve topallayarak dışarı çıktı. Beş yıl önce geçirdiği iş kazası sonucu sağ bacağı yaralanmıştı. Birkaç ameliyat geçirmişti bu süre zarfında. Fakat bacağı eskisi gibi olamamıştı. Bu süre zarfında işten uzakta kaldı. Toparlanıp gitti, fakat işe alınmadı. Bacağındaki sakatlık bir yana, hiçbir iş yerinin onu işe almak istememesi bir yana. O zamanlarda annesiyle birlikte yaşıyordu. İyice yaşlanmış olan annesi, onun bu haline üzülüyor, oğlunun bu durumuna dayanamıyordu. Bu dert ve üzüntü ile hastalandı. Çok geçmeden hayata gözlerini yumdu.

Sakatlığın yanında şimdi de yapayalnız kalmıştı. Artık ne yapacaktı? Nasıl tutunacaktı hayata? Kim için yaşayacaktı? Bu halde epey üzüldü, kırıldı, dağıldı, ıstırap çekti. Ta ki çiçekçi Remzi Amca ile tanışana kadar. Camında “eleman aranıyor” ilanını görünce, bir umut içeri girmişti. Remzi Amca, sevecen, güler yüzlü, güzel bir insandı. Onu güzel karşılamış ve işe kabul etmişti. İlk defa biri, onun sakatlığına takılmamış, mühimsememişti.

Bir yıl boyunca yanında çalışmıştı. Bir kere bile sakatlığı ile ilgili sorular sormamış, onu incitecek bir bakışta dahi bulunmamıştı. Bu yüzden onun sevgisi kalbine yerleşmiş, ona inanılmaz bir muhabbet duymaya başlamıştı. Bu hayattaki en büyük şansı, belki de bu güzel insana denk gelmiş olmaktı. Bir anda tüm dertleri uçup gitmiş, hüzün bulutları üzerinden dağılmıştı. Üstelik artık yalnız ve kimsesiz hissetmiyordu.

Bu bir yıl içinde çok şey öğrenmişti Remzi Amca’dan. Onun her sözü, her davranışı ruhuna öyle bir işliyordu ki… Onun sayesinde çiçeklerin her birini evladı gibi görüp onlarla özenle ilgilenmeyi, onlarla konuşup sohbet etmeyi, dertleşmeyi ve onların dilinden anlamayı, ruhunu okumayı öğrenen biri haline gelmişti. O, çiçeklerinin her biri üzerine öyle titrerdi ki… “Bak şu sardunyaları görüyor musun evlat! Şu an nasıl da gülümsüyorlar. Keyifleri yerinde. Şuradaki kauçuk çiçeği biraz küskün şu aralar, çünkü onu biraz ihmal ettim. Gönlünü almaya çalışıyorum birkaç gündür. Ama hâlâ naz ediyor. Sanırım onunla ayrıca ilgilenmemi seviyor.” diyerek sıralıyordu ara ara. Bir gün dükkânı temizlerken unutarak birkaç saksının yerini değiştirmiş, birini de cama bakan yüzünü duvara doğru döndürmüştü. Remzi Amca o sırada bir iş için dışarı çıkmıştı. Dükkâna döndüğünde hemen bunu fark etmişti, gülümseyerek baba şefkatiyle bezeli bakışlarını çiçeklere dikerek konuştu: “Kızmayın canlarım. Hemen sizi eski yerinize koyuyorum.” Sonra da onu çağırıp beraber her bir saksıyı eski yerine koymuştu. Yüzü duvara döndürülmüş çiçeği de düzeltip “Şimdi oldu.” demişti ve ona dönerek “Bizim canlar pek değişikliği sevmez, ne yapalım evlat.” demiş, neşeli neşeli gülmüştü. O, tüm bunları hayretle izlemişti belki o gün ama zamanla hayreti hayranlığa inkılap etmişti. Remzi Amca ile çiçekleri arasındaki bu bağ onu mest ediyordu. İnsanın insanı anlamadığı, empati kuramadığı şu zamanda konuşamayan, kendisini ifade edemeyen bitkileri, çiçekleri anlıyor olmak… Farkında olmadan zamanla o da Remzi Amca gibi olmuştu. Kitap okuma sevdası da onunla başlamıştı. Küçük kitaplığındaki çoğu kitap onun armağanıydı. Çiçekleri, bitkileri ve kitapları dost edinmişti o da onun gibi. Zamanla bambaşka birine dönüşmüş, tüm hüzünleri, dertleri onu terk etmiş, kuş gibi hafiflemişti. Eskisi gibi artık sakatlığını da dert etmiyordu. En önemlisi de yüzü hep mütebessimdi artık. Bir yıl boyunca onun yanında çalışmış, çok şey öğrenmişti ondan.

Ağır ağır yürüyor, her zaman güllerini satmak için geldiği ana caddeye doğru yol alıyordu. Hava yavaş yavaş kararırken, akşamın karanlığını delip geçerek etrafı aydınlatmaya can atan sokak lambaları da bir bir yanmaya başlıyordu. Birazdan hava tam kararınca, ışıl ışıl gülümseyecek gökyüzündeki yıldızlarla geceyi en güzel şekilde aydınlatma yarışına gireceklerdi. Kaldırımlar, caddeler telaşla yürüyen insanlarla dolmaya başlamıştı çoktan. Günün en kalabalık ve yoğun saatleri şüphesiz bu saatlerdi. Az sonra ana caddeye vardı. Saatine baktı. Gülümsedi. Tam zamanında varmıştı. Her gün aynı saatte işine başlamaya özen gösteriyordu. Kırmızı ışığın yanmasını beklemeye koyulurken, birkaç gündür hep buradan geçen adam geldi aklına. Acaba yine geçer ve gül alır mıydı ondan, diye düşündü. O bunları düşünürken araçlar hızla geçip gidiyordu. Cadde arabalarla doluydu. Beklerken güllerine baktı ve gülümsedi. Onlar da ona bakıyor, gülümsüyorlardı. Yine Remzi Amca geldi aklına. İstemsiz bir özlem sarıverdi vücudunu. Onun yanında geçirdiği zamanlar burnunda tüttü. Öyle çok isterdi ki şu an hayatta olmasını. O, iki yıl önce hayat vazifesini en güzel şekilde yapıp insanların çehrelerinde ve dahi çiçeklerin, bitkilerin çehrelerinde eşsiz bir tebessüm bırakıp Rahmet-i Rahmân’a gitmişti. Annesinden sonra onu en çok, derinden üzen bir kayıp olmuştu. Küçük gecekondusunda yine yapayalnız kalmıştı. Hayata bir yerden tutunması gerekiyordu. Ama nasıl? Bu sakat hâliyle kimse onu işe almazdı, biliyordu. Aklına sokaklarda gül satmak gelmişti. O yüzden caddelerde gül satmaya karar verdi. Kazandıkları ona yetiyor, kimseye muhtaç kalmadan yaşıyordu. Az sonra kırmızı ışık yandı. Her zamanki mütebessim çehresiyle duran arabaların her birini dolaştı. Bir yandan da sesleniyordu: “Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.” Ona dikilen garip bakışlara aldırış etmeden seslenmeye devam ediyor, arabaları dolaşıyordu. Genç bir çiftin olduğu arabanın yanından geçerken direksiyon başındaki genç adam “Bir gül ver bakalım.” dedi. Ardından cüzdanını açıp fiyatını sordu. Ona fiyatını söyleyip gülü uzattı. Gülü alan genç adama gülümseyerek adeti üzere: “Gülü gülene ver, kalbini sevene ver. Sevmek güzel şeydir, kıymet bilene ver.” dedi ve parasını aldı. Adam şaşkınlıkla onu dinledi. Kırmızı ışık sönmek üzereydi. O yüzden hızla kaldırıma geçti. Arabalar onu arkasında bırakarak yoluna devam etti. Tekrar yanacağı zamanı bekledi. Her kırmızı ışık yanınca aynı şekilde arabaları dolaştı. “Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.” Bir saat içinde birkaç tane gül satabilmişti. İşte yine kırmızı ışık yanmak üzereydi. İleride ona doğru gelen araba ile gözleri parladı. Direksiyonun başında gördüğü yüz ile sevindi. Bu araba, birkaç gündür yanından her geçtiğinde ondan gül alan adamın arabasıydı. Acaba yine alır mı, diye geçirdi içinden. O bunu düşünürken kırmızı ışık yandı. Arabalar durdu. O adamın arabası da durdu. Adam direksiyonun başında gözünü ona dikmiş, gülümsüyordu. O, her zamanki gibi hem dolaşıyor hem “Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.” diyordu. Göz göze geldiklerinde adam gülümsedi ve ona elini kaldırıp selam verdi. O da gülümseyerek karşılık verdi, kafasını salladı. Arabaya doğru yöneldi. Adam gülümsemeye devam ediyordu. Camı açtı. “Ver bir gül de sevdiğimize verelim, yamacına gülsüz gitmeyelim.” Mutlulukla bir gül seçip hemen uzattı. Adam gülü alıp parasını uzattı. “Bir şey unutmadın mı?” dedi gülerek. Şaşkınlık ve sevinçten unutmuştu. Hemen atıldı: “Gülü gülene ver, kalbini sevene ver. Sevmek güzel şeydir, kıymet bilene ver.” Adam gülümseyerek onu dinledi. Kırmızı ışık sönmek üzereydi. Adama kafasını sallayarak vedalaştı ve yolun kenarına geçti hızla. Adam, kırmızı ışık sönünce ona el sallayıp yoluna devam etti. Gözden kaybolana kadar arabanın arkasından bakakaldı. Bugün de onunla karşılaşmıştı işte. Üstelik ondan yine gül almıştı. “Ne güzel, her gün elinde gül ile gidiyor eve. Kim bilir nasıl mutlu oluyordur eşi.” diye düşündü. Adamın arabası gözden kaybolunca bakışlarını güllerine çevirdi. Keyifle onlara baktı. Elinde sadece birkaç gül kalmıştı. Yarım saat içinde onları da sattı ve evinin yolunu tuttu. Gönlü artık rahattı. Yüzlerde tebessüm olmuş her bir gülü için ayrı  seviniyordu. 

Her gün aynı saatte, bu şekilde kucağında güllerle buradaki caddeye düzenli olarak gelip gül satmaya devam etti. O adam da her gün düzenli olarak ondan gül alıp öyle geçti oradan. Her gün karşılaştığı bu adam, artık onun için ismini bilmediği ama tanıdık ve sevdiği bir sima haline gelmişti.

Bir ayın sonunda, bir köşede kitap almak için biriktirdiği paralarına baktı; epey birikmişti. Kitap almaya gidebilirdi artık. Her zaman gittiği sahafa uğradı. Orada genellikle güzel kitaplar olurdu. Özellikle almak istediği birkaç kitap vardı aklında. Uzun zamandır almak istiyordu. Fakat her sorduğunda yoktu. Gelmiş olmalarını temenni ederek sahafa sordu. Neyse ki bu defa iki tanesi gelmişti. Bir coşku kapladı yüreğini. Satıcının işaret ettiği rafa doğru sevinçle gitti. İşte oradaydılar! Aldı, gözlerinin içi gülerek onlara baktı. Hazine bulsa bu kadar sevinmezdi. Kitapları ve her ay düzenli olarak aldığı dergiyi de satın alıp evin yolunu tuttu.

Eve gelince çok yorulduğunu fark etti. Sakat olan bacağı sızlıyordu. Kanepeye geçti. Derin bir nefes alıp verdi. Biraz soluklanıp dinlendi. Ardından, önündeki sehpaya bıraktığı poşete uzandı. İçindeki kitapları ve dergiyi çıkararak biraz onlara baktı. Ona, bir müddet bu kitaplar ve dergi yarenlik edecek, yalnızlığına ortak olacaklardı. Önce biraz dergiye göz gezdirmeye karar verdi. Ama öncesinde güzel bir çay demlemesi gerektiğini düşündü. Çay eşliğinde okumayı çok severdi. Kalktı, mutfağa geçti. Bacağındaki sızı biraz hafiflemişti ama ayağa kalkınca tekrar arttı. Zor da olsa çayını demledi. Çay tepsisini getirip sehpaya koydu, koltuğa oturdu.

Dışarıda hafif bir rüzgâr esiyor, aralık duran pencereden içeriye giriyordu. Perde, rüzgârın ona değmesiyle sallanıp raks ediyordu. Birkaç dakika bu raksa dikti gözünü. Perdenin hareketlerini, rüzgârın ona dokunup hafifçe savurmasını, ikisinin arasındaki hayranlık uyandıran uyumu izledi. Sonrasında çaydanlığa uzandı. Çay demlenmiş olmalıydı artık. Çayı bardağa döktü. Şekersiz içmeyi seviyordu. Bir yudum alıp içti. Şimdi artık okumaya geçebilirdi. Dergiyi aldı. Biraz karıştırdı. Bir yandan karıştırıyor, bir yandan da çayını yudumluyordu. Az sonra, bir sayfada dikili kaldı bakışları. Şaşkınlıkla yazıya baktı. Yazının başındaki satırlar dikkatini celp etmişti:

“Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.”

Gül satarken söylediği Mevlânâ Hazretleri’nin sözüydü bu iki satır. İlgisini çekti. Elindeki çay bardağını sehpaya bıraktı. Dikkatle okumaya koyuldu. Yüzündeki şaşkınlık yerini tebessüme bıraktı. İlgiyle okumaya devam etti. Yazıyı okudukça heyecanlanıyor, heyecanlandıkça kendisini kaptırıyordu. Öyle ki kendisini içinde bulmuştu. Yazıyı okumuyor, adeta yaşıyordu.

“…Onu ilk defa mutsuz ve perişan bir halde olduğum günlerden birinde, iş çıkışı yolda kırmızı ışıkta dururken görmüştüm. O kadar yorgun ve bitaptım ki… Bu dünyanın tüm dertleri, üzüntüleri omuzumdaymış gibi hissediyordum. Ruhum kapana sıkışmış, nefes alamıyor gibiydim. Dünyam kararmış; en değerlimi, eşimi toprağa gömmüştüm. Her iş çıkışı mutlaka ona gider, günümü anlatır, ferahlamaya çalışırdım. Bir nebze olsun onun yanı başında duruluyordum. O gün de yine ona gidiyordum. Kırmızı ışık yanmış, durmuştum. Beklerken o kadar dalmıştım ki az sonra kulağıma çalınan sesle irkildim: ‘Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.’ Başımı çevirdim, etrafa baktım. İşte o zaman onu gördüm. Arabaların arasında topallayarak yürüyor, ‘Sevdiklerinize gül verin. Gülünüz yoksa gülüverin.’ diyor, kucağındaki gülleri gülümseyerek satmaya çalışıyordu.”

Satırların burasında durdu, hayretinden donup öylece kaldı. Ama bu nasıl olurdu? Burada bahsedilen kişi ta kendisiydi. Onu anlatıyordu yazan kişi. Bu kişi kimdi ki? Neden sonra aklına yazarın ismine bakmak geldi. Yazarın ismine baktı: İrfan F. yazıyordu. Bu isimde birini tanımıyordu. Herhalde gülleri satarken benden gül almış bir müşteri, diye düşündü. Yazının devamını merak ediyordu. Aynı ilgi ve merakla, üstelik garip duygular yumağı ile okumaya devam etti.

“Arabamın yanından geçerken elimi kaldırdım. Gülümseyen bakışlarını bana çevirdi ve hızla cama yaklaştı. ‘Ver bir gül de sevdiğimize verelim. Yamacına gülsüz gitmeyelim.’ dedim.”

Yeniden durdu. Aklına gelen kişiyle gözleri parladı, hayretinden ağzı açık kaldı.

Ama bu kişi… dedi kendi kendine. Heyecanlandı. Sonra hızla okumaya devam etti:

“O, bir tane gül seçip uzatırken ben kalbinden gözlerine akseden ve orada hep mesken tutmuş gibi duran iç huzuru izlemekle meşguldüm. Garip gelecek belki ama onun o gülen çehresi, gözlerine akseden iç huzuru birden tüm yorgunluğumu, kederimi aldı. Kalbimi teskin etti. İstemsiz bir gülümseme geldi, yüzüme kondu. Garipti ama gülümsüyordum ben de. Gülümsemek bulaşıcıdır sözünün hakikatini yaşıyordum adeta. Gülü alınca parayı uzattım. O, gülümsemeye devam ediyordu. Parayı aldı ve: ‘Gülü gülene ver, kalbini sevene ver. Sevmek güzel şeydir, kıymet bilene ver.’ dedi ve hızla uzaklaşıp kaldırıma geçti. Ben onu izliyordum; bir yandan da söylediği sözü tekrar ediyordum: ‘Gülü gülene ver, kalbini sevene ver. Sevmek güzel şeydir, kıymet bilene ver.’ Kırmızı ışık sönünce yola devam ettim. Sadece yoluma değil, o günden sonra her gün o güler yüzlü gül satıcısından gül almaya da devam ettim. Artık eşime eli boş gitmiyorum. Gün içinde onsuz geçen saatlerimle beraber kırmızı bir gül ile gidiyorum. Bir gün kırmızı ışıkta bir gül satıcısı görürseniz mutlaka gül alın ve sevdiğinize gül ile gidip gül verin. Gülünüz mü yok, öyleyse gülüverin, gül yüzünüzü eksik etmeyin. Çünkü gülümsemek şifadır; hem size hem gülümsediğiniz yüzlere.”

Yazının sonuna geldiğinde gözleri dolmuş, çok duygulanmıştı. Bir müddet sadece okuduklarını ve bu satırları kaleme alan yazarı düşündü. Onunla her gün karşılaştığı anlar gözlerinin önüne geldi. Meğer her gün aldığı gül ile eşinin mezarına gidiyormuş. Ne kadar da vefalı bir insan, diye düşündü. Ona olan saygınlığı arttı. Tebessümü ile ona iyi gelip iyi hissettirmiş olmasına da ayrıca sevindi, mutlu oldu.

Bunları düşünürken gözü saate gitti. İşe gitme saati yaklaşmıştı. Dergiyi sehpaya bıraktı. Okuduğu satırların sahibiyle bu akşam yine karşılaşacak olmanın mutluluğu ile ayağa kalktı, hazırlandı ve güllerini kucaklayarak çıktı.

Ana caddeye yaklaştıkça heyecanlanıyor, yüzü daha çok gülüyordu. Her zamanki gibi tam saatinde ana caddeye vardı. Kırmızı ışığın yanmasını bekledi. Bir yandan da heyecanla o yazarın yolunu gözlüyordu. Kırmızı ışık her yandığında büyük bir mutlulukla güllerini sattı. Bugün, her zamankinden daha çok mutlu ve güler yüzlüydü. Az sonra heyecanla beklediği araba nihayet göründü ve kırmızı ışıkta durdu. Heyecanla arabanın yanına gitti. Selamlaştılar. Yazar gülümseyerek konuştu:

“Ver bir gül de sevdiğimize verelim. Yamacına gülsüz gitmeyelim.”

Dedi her zaman olduğu gibi. En güzel gülü seçerek ona uzattı. Uzatırken:

“Buyurun, İrfan Bey.” dedi.

O sırada parayı cüzdanından çıkarmaya çalışan yazar, ismini duyunca şaşırdı ve bir an duraksadı. Başını kaldırıp ona baktı.

“Demek iyi bir gül satıcısı olmanın yanında, iyi bir okuyucusun da.” dedi gülerek.

O, buna karşılık bir şey demedi ve sadece gülümsedi.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir