Muhsine Sevra Kaçalin

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Son otuz senedir her günü böyle başlıyordu. Güneş doğduktan sonra uyumak istese bile uyuyamıyor, akşam da hava karardıktan kısa bir süre sonra uyuyakalıyordu. Otuz sene önce ne oldu da biyolojik saati böylesine iyi çalışmaya başladı hatırlayamıyordu. Ama bu durumdan şikayetçi de sayılmazdı. Herkes uyurken uyanık olduğu saatler onun en keyif aldığı zaman dilimleriydi. Sabah uyanır uyanmaz tek kişilik demliğiyle çayını demleyip balkona çıkardı. Şehrin uyanışına bu balkondan eşlik ediyordu her sabah. 

O gün de yine her zamanki sabahlardan birine uyandı. Balkonda şehri uyandırdıktan sonra baharın en güzel sabahlarından birine uyanmış olduklarını fark etti. Güneş bugün daha bir başka doğmuş, kuşlar daha farklı cıvıldıyordu. Böyle sabahları bir başka seviyordu. Günün tüm yalnızlığını unutturacak bir şey vardı böyle günlerde. Düşündükçe içi sevinçle doldu. Yavaş adımlarla odasına gidip kasketini başına geçirdi. Nereden baksan 15 yıllık olan ceketini de giyip ağır adımlarla dışarı çıktı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ağaçlar yeni yeni çiçeklenmeye başlamış, toprak kış uykusundan uyanmaya yüz tutmuştu. Her bir detayı ilk defa görüyormuş gibi inceleyerek ağır ağır ilerledi. Bugün her bir renk ona daha canlı görünüyor, her bir ses sanki dünyanın en güzel sesiymiş gibi ritim tuuyordu kulaklarında. Her bir detayı inceleyerek kaç dakika yürüdü kestiremiyordu ama varmak istediği yere geldiğinde bulmak istediği kişiyi orada bulmuştu. Bunu görmek heyecanını daha da artırmıştı.

Sözsüz bir anlaşma ile burada buluştuğu bu genç dostu ile önce kışın görüşemedikleri günlerin acısını çıkarırcasına sarıldılar. Sonra her zamanki gibi günlük konulardan bahsedip birbirlerinin olanca yüklerini sırtladılar. Sıra günün en güzel saatlerine gelmişti. Bu defa elinde Kavafis’ten bir kitap vardı. Dostunun görmeyen gözleriyle okuyamadığı her bir satırı sanki şiirleri kendisi yazmışcasına okuyordu. Dostunun onu aynı ciddiyet ve dikkatle dinleyen hâlleri ise onu mest ediyordu. Onu böylesi keyifle dinleyen başka bir insan olmamasına hayıflansa da dostunu bulduğu için şükrediyordu. 

Sıra o satırlara geldiğinde ise boğazında bir düğümle sayfayı bitirdi. 

“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin

Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.

Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya

-Bir ceset gibi- gömülü kalbim.

Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?

Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,

Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,

Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

Aynı mahallede kocayacaksın,

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Ömrünün son demlerinde olduğunu düşünerek avunuyordu. Her gün ve gece ölümü bekliyordu. Ömrünü nasıl tükettiğini sık sık düşünür, tükenen ömrüyle birlikte kendini de adım adım tükettiğini bilirdi. Bunu değiştirmek için ne yapması gerektiğini ise hiçbir zaman bilemedi. Ne eşi öldüğü zaman, ne hayatta kalan son arkadaşı da onunla iletişimi kestiğinde ne de çocukları artık onu aramayı bıraktığında. Hayatı boyunca başına gelenlerden dolayı hep başkalarını suçlarken  içinde taşıdığı o çorak ülkeyi hiç görememişti. Etrafındaki insanların çiçekli bahçelerini nasıl da kuruttuğunu hiçbir zaman anlayamamıştı. Etrafında artık hiç kimse kalmadığında yaşadığı bu hayatın kendi eseri olduğunu anlaması da epey zamanını almıştı. Şimdi bu şiiri okudukça içinden tekrarlayıp durduğu dizeler aklını başına getiriyordu. “Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Şiir bitmiş iki dostun şen sohbeti yerini donuk bir sessizliğe bırakmıştı. İkisi de konuşarak bu anın büyüsünü bozmak istemiyordu. Sessizce ayağa kalkıp arkadaşının omzuna dokundu. O da aynı samimiyetle eline dokundu. Böylece vedalaşıp oradan ayrıldılar. Her ikisine de iyi gelen bir gün olmuştu. Fakat gün henüz bitmemişti. Senelerdir çevresinde ona sesini duyurmaya çalışan onca insanın yapamadığını yapmıştı Kavafis bir şiiriyle. İçinde terk edemediği o çorak ülkeyi kafasına dank ettirmişti adeta.

Eve dönerken sabah her bir detayından keyif alarak yürüdüğü yolu başı önüne eğik bir şekilde yürüdü. Duyduğu tek ses bastonundan gelen tak tak sesiydi. Kafasının içindeki sesler dışarıdan gelen tüm sesleri bastırıyordu. Hayatı boyunca yaptığı tüm hatalar gözünün önünden bir film şeridi gibi geçiyor, içlerinden onu en çok yaralayanları ve onun en çok yaraladıklarını seçip fragmanlarını izliyor, izledikçe rengi sararıp soluyordu. İlginçtir ki onu en çok yaralayan olaylar genelde en çok yaraladıklarıydı. Bunca zaman bunu anlayamayacak kadar çöl olan hislerini yokladı. En sevdiklerine yaşattığı şeylerin farkına bu kadar geç varması onun gibi bir adama yakışmamıştı! Hayır aslında tam da onun gibi bir adama yakışmıştı. Bu düşünceler arasında kaybolurken eve gelmişti. 

Eve girer girmez bastonunu bir köşeye attı, kasketini diğer köşeye. Yavaş ama aceleci adımlarla telefona ulaştı. Bir süre zihnini yokladıktan sonra aradığını bulmuşcasına bir sevinçle bir numara tuşladı. Bu birkaç dakika ona sanki bir asır gibi gelmişti. Telefon çalıyor, çalıyor, çalıyordu. Açan yoktu. Tam kapatacakken karşıdaki kişi açmıştı bile. 

-Alo! 

-Alo! Oğlum!

Bu telefon konuşması eğer istediği gibi ilerlerse çorak ülkesini terk ettiği yeni hayatının ilk adımı olacaktı. Bu görüşme ise yeni ülkesinin vizesi!

Hayatı çorak ülkelerimizden ibaret sanarak yaşadığımız yıllar gelip geçerken kendi ömrümüzle birlikte hayatını çoraklaştırdığımız insanların ömrünü de tüketir dururuz. Bir başka ülkeye bir başka denize gitmenin tek yolu olan kendimizi, bakışımızı değiştirmenin yollarını arar dururuz. Bu yolu bazen ömrünün baharında, bazen sonbaharında bulur insan. Nihayet keşfettiğinde ise yeni sokaklarda, yeni caddelerde gezedurur.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir