Zeynep Vayiç

1500 yıl önce bile cımbızın makyaj aleti olarak kullanıldığını biliyor muydunuz? Peki günümüzde hâlâ öyle mi?

Parmaklarımızla kavrayamayacak kadar küçük nesneleri tutmak için kullanılan bir alet olarak tanımlanan cımbızın; maşa, makas gibi aletlerden türetildiği tahmin ediliyor. Kumaşın yüzlerinde kalan düğüm ve benzeri şeyleri temizlemekte bile kendine yer bulan cımbız, günümüzde daha çok istenmeyen tüyler için kullanılıyor. Ya da kullanılıyordu. 

Son yıllarda gelişen dijital teknolojiyle birlikte revaça geçen sosyal medya artık birçoğumuzun ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Her gün onlarca farklı içerikte paylaşımlara maruz kalıyoruz. Kimisine dönüp tekrar bakarken kimisini tek bir parmağımızla başımızdan savıyoruz. Bunlar zihnimizde biriktikçe bir süre sonra fikrî yapımıza da şekil verebilecek raddeye gelebiliyorlar. Bu birikim kişinin eleğine göre olumlu ya da olumsuz gerçekleşebiliyor. Fakat ne yazık ki birçoğumuzun eleği yok ya da kullanmayı bilmiyoruz.

Çoğu zaman sosyal medyada bir haberle karşılaşıldığında sadece akışa sunulan birkaç kelimelik haber başlığına ya da içeriğin servis edildiği iki satırlık bir cümleye bakarak tüm haber hakkında bir çıkarımda bulunulabiliyoruz. Bu bir kitabın kapağına ya da ismine bakarak okumaya değer olup olmadığına karar vermek gibi aslında. Birkaç sayfa bile okusa belki başka bir açı beliriverecek gözünde ama görüş alanı sadece bir kapağa yer verecek kadar dar. Bu biraz da dijital teknolojinin bizi tembelleştirmesiyle gerçekleşiyor. Her şeye en kolay ve hızlı  şekilde ulaşabiliyor olmak, uzun ve efor sarf ettiren durumlara karşı bizi tahammülsüz hale getiriyor. Gün içerisinde bize sunulan kısa videolara alıştığımız için artık vaktimizin uzun bir kısmını alabilecek filmleri ikinci plana atmaya başladık. 280 karakterden oluşan yazıları (ve yazı zincirlerini) okumak daha az yorduğu için artık uzun metinler gözümüzü korkutur oldu. Her şeyin özeti ile yetinerek bu hengâmeden işimize gelen çıkarımlarda bulunuyoruz. Ve ne yazık ki bu çıkarımları yaparken de kuyuya indiğimiz o ipi asla kontrol etmiyoruz. 

Bazen ‘cımbızlanarak’ bağlamından koparılmış, çarpıtılacak şekilde servis edilen bir cümle, bizleri yanlış kanaatlere yönlendirebiliyor. Üstelik bu bazen, ufak bir sesin, karı dürterek peşi sıra çığı getirmesi gibi gündemi günlerce meşgul edebiliyor. Fakat cımbız, kullanılıp ucu köreldikçe inatlaşılan bölgede iz bırakır.

Bunu neden okuduğunu düşünerek yatağında güzelce gerinip telefonu şifonyerin üzerine bıraktı. Gözleri telefona bakmaktan ağrımaya başlamıştı. Ellerini dizlerinin arasına alarak arkasına gelişigüzel birkaç parça eşyanın asılmış olduğu kapıya uzun bir süre boş boş baktı. Aslında doğruydu, evet. Duyduğu şeylerin kaynağıyla pek ilgilenmezdi, ya görür geçerdi ya da direkt hüküm verirdi. Ve bunu işine geldiği gibi yapardı. “Sanırım eleğim yok.” diye düşündü. 

Bir anda o gelişigüzel eşyalar savrularak kapı açıldı. Korkuyla yerinden sıçrayınca kafasını demir yatak başlığına vurdu. Acıyla başını ovuşturarak doğrulmaya çalışırken annesinin “Ne yaptın sen?” sesleri kulağına ulaştı. Belli belirsiz “Ne?” diye bir şeyler çıktı ağzından. Annesinin gür sesi “Ne yaptın sen diyorum ne yaptın Allah’ın cezası ne yaptın? Kim bunlar, ne saçmalıyorlar?” diye odanın içerisini dolduruyordu. Annesini ilk defa böyle sinirli ve bu üslupla konuşurken görmenin şaşkınlığını bir rafa kaldırarak refleks olarak aynı şekilde kendini savunmaya geçti.

“Ya gözünü seveyim anne, ne bağırıyorsun! Ne yapmışım ben, neyden bahsediyorsun?” 

Kız kardeşi telaşlı küçük adımlarla eşikte beliriverdi. Eliyle dışarıyı göstererek “Abi! Seni dövecekler mi?” dedi. O an uzaktan gelen kalabalık gürültüyü fark etti. Ağzından sessiz bir “Ne?..” döküldü. Telaşla annesine doğru giderek “Anne, vallahi ben hiçbir şey yapmadım Allah belamı versin ki hiçbir şey yapmadım, bütün gün evdeydim biliyorsun, hiçbir şey yapmadım anne!” Serzenişlerinin önünü annesinin kızgın tepkisi kesti: “Allah şu an belanı vermiş olabilir mi?” Ardından kadroya ablası eklendi. Yüzünde dalga geçer gibi bir ifade vardı. “Bu kız beni gerçekten sevmiyor!” diye hızlı bir düşünce geçiverdi zihninden. “Saçma sapan bir yazı yayınlamışsın. Birilerinin kuyruğuna basmışsın belli ki. Ondan bu öfke. Bir iki gazeteci de var bu arada. Hadi yine iyisin. Nasıl linçlendim vlogu yüklersin artık.” diyerek odaya girip dağınık yatağıma bıraktı kendisini. Yazı mı? Gazeteci mi? Linç mi? Ne? Ne? “Ben daha ödevlerimi yazmaya üşeniyorum ne yazısı? Nerede yazmışım, ne yazmışım, kimi nasıl kızdırmış olabilirim?” diye içinden söylenerek perdeyi aralamaya çalıştı. Aniden sesler camı dövüyormuş gibi daha da yükseldi. Dışarıdaki hararet, içeride kendisini boncuk boncuk terletirken bir yandan da odadakileri ikna etmeye çalışır gibi “Ben hiçbir şey yapmadım, yalan konuşuyorlar, ben hiçbir şey yazmadım.” diye söyleniyordu. 

Aniden sağ kulağında bir acı hissederek inledi. Annesinin delici bakışlarıyla göz göze geldi. “Bu kadın kim? Annem nerede? İnsanı merhametiyle mahcup bırakan o kadın nerede? Hazırladığı sınav sorularını araklayıp Hande’ye verdiğimde bile beni dinleyip anlamaya çalışan o kadın, şimdi nasıl böyle hakaretler savurarak kulağıma yapışabilir?” gibi düşüncelerle iki büklüm yatağına itelendi. “Hayır, sen annem değilsin.” diye sesli düşünme gafletine düştü. Annesinin küfürleri, ablasının odayı harlaması, kardeşinin ağlaması, dışarıdaki tüm gürültü zihninde kapattığı pencerenin ardında kalarak gittikçe kendisinden uzaklaştı. Üste üste gelen mesaj bildirimleriyle titreyen şifonyere kaydı gözleri. Alelacele telefonunu eline alarak kurcalamaya başladı. Bu tuhaf olayla ilgili arkadaşlarından gelen meraklı mesajlar, hiç tanımadığı insanlardan gelen nefret mesajları, araya bir iki tane serpilmiş destek veren mesajlar… Arkadaşının yollamış olduğu linki tıklayarak yazıya göz gezdirdi. “Berat Tekin mi?” İsim benzerliği bir miktar canını sıkarak yazıya döndü. Ülkenin genel sorunlarından bahseden bir sosyologdan başka bir şey göremedi. “Bu insanlar neye bu kadar kızgın olabilir?” cümlesi annesinin dört duvar arasında sekip duran onca bağırmaların arasında eriyip gitmişti bile. Ciğerlerindeki tüm nefesiyle odayı doldurarak çaresizce etrafa bakındı. Ablasını kapının yanındaki aynada, sadece Hande’yle buluşmaya gitmeden önce kullandığı cımbızını kullanırken gördü. “Bu kızı gerçekten tanıyor muyum?” düşüncesini bir kenara iteleyip titreyen eline rağmen telefonunu kurcalamaya devam etti. Arkadaşının atmış olduğu ekran fotoğraflarının birçoğunda hep aynı cümle tekrarlanmış, altına da doğru sandıkları bir hesap ile hedef gösterilmişti. Üstüne yazılıp çizilmiş, o gün ülkenin en ahlaksız adamı  Berat Tekin seçilmiş, hükmü verilmiş, dışarıdaki tüm hengâme de ayağının altındaki sandalyeyi çekmeye gelmişti. “Ama o Berat Tekin ben değilim, o yazı bana ait değil anne!” Çığlığını, ablasının sıçrayarak elinden düşürdüğü cımbız noktaladı. Yerdeki cımbıza uzun bir bakış attı. Her şeyin suçlusu bu cımbızmış gibi eliyle cımbızı gösterip sinirden kekeleyerek “Anne bak, a-aynı aynı bu cımbız gibi onca cümlenin arasından tek bir cü-cümleyi seçip kökünden koparmışlar, başına sonuna hi-hiç bakmamışlar anne! Hiç anlamamışlar, çünkü anlamak için okumamışlar! Sadece içlerindeki taşan nefreti, kötülüğü koyacak yer aramışlar, onu da gelip benim kucağıma koymuşlar! Ben bu nefreti alıp nereye gideyim anne! Ki-kimse de dönüp bakmamış sosyolog muyum değil miyim diye! Şu nefrete bir bak, şu efora bir bak! Okuduklarını anlamış olsalar çözümü bu mu olur? Nefret mi olur?!” diye ses tellerini hırpaladı. O an kardeşi sustu, annesi durdu, ablası yoktu. Dışarıdaki hengâme onu dinliyormuş gibi duruldu. Annesi kendisine boş boş bakıyor, sanki sesi uzaktan gelen bir yankıymış gibi odada ağır ağır süzülüyordu. Tüm bu ağır çekimi, odayı camla dolduran tek bir taş delip geçti.

Tek nefes hakkını da yerinde sıçrayarak ciğerlerini doldururken kullanmıştı sanki. Göğsü deli gibi inip kalkıyor, bir yandan da şaşkın şaşkın odayı süzüyordu. Eşikten kendisini izleyen annesini görünce dudaklarından ince bir “anne” döküldü. “Oğlum, iyi misin?” diyerek elindeki suyla kendisine yönelince yatakta bedenini doğrultmaya yeltendi. “Anne, şey pencere…” 

“ Ah, evet açık bırakmışsın yine. E kapı da açık, cereyan yapıyor diyorum sana boynun tutulacak, biraz dikkat etsene oğlum.” Annesi pencereyi kapatırken bakışları hâlâ çocuğundaydı. Etrafa boş boş baktığını fark etmişti. Kendisi ise hâlâ uzun nefesler alıyor, etrafı idrak etmeye çalışıyordu. Gözüne yerdeki cımbız ilişince duraksayıp “Anne, ablam…” diyecek oldu fakat annesi gülerek araya girdi “Ne, ablan mı?” Oğlunun boş bakışlarını uyku mahmurluğuna verip “ Yavrum senin ablan yok” diye ekleyerek kapıya yöneldi. Çıkarken “Bir daha kerahat vakti uyuma!” diyerek tam kapıyı kapatmıştı ki aniden tekrar geri döndü. “Ayrıca arkadaşların bahçede, deminden beri sana sesleniyorlar.” Gülümseyerek ekledi “Aralarında Hande de var. Hadi bekletme.” 

Gözlerini ovuşturarak toparlanmaya çalıştı.Yatağın ayak ucunda açık kalmış dizüstü bilgisayarında izlenmeye devam edilmesi gereken İnception filmine bakıp ufak bir gülüş savuşturdu. Nolan’a, bilinçaltına, Freud’a ve tüm eleği olmayanlara içinden söverek yerden cımbızı aldı. 


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir