Can Er Demir

Evin hanımı telaşla yemeği yetiştirmeye çalışıyordu. Akşam yemeğini çok geciktirmeyi sevmezdi. Zaten sindirim açısından da böylesinin doğru olduğunu biliyordu. Zaten dedi, içinden, birazdan gelirler. Sofra hazır olursa yemeği yer, sofrayı kaldırır erkenden işleri bitiririm. Hayatında her zaman işlerin erkenden bitmesi gerektiğini düşünmüştü. Aslında içinde büyüdüğü kültür ona bunun böyle olması gerektiğini öğretmişti. Başlanan bir iş bir an önce bitmeliydi. Erken bitirmeyeceksen hiç başlamamalısın. Ama bazı işler vardı ki yapılmama ihtimali yoktu. Bu nedenle yapılması gereken bu yemek yapma, sofra kurma, yemek yeme ve sofrayı toplama işleri bir an önce yapılmalıydı. Bazı istisnai durumlarda sofra kurulmasa da olurdu. Mesela pazar sabahları pide söylenirdi. Hazır gelen yemek için şimdiki kadar uğraş gerekmezdi. Misafirliğe gidecekleri zaman da öyle olurdu. Başka yerde yenilecekse yemek yapmaya gerek yoktu. Zira yemek taze ve sıcak yenmeliydi. Şimdi hakkını yememek lazım, kocası bazen eve yemek de söylerdi. Hatta karısını yorgun ve bitkin gördüğü zamanlarda genelde söylerdi. Ama şimdi yemekler pişmeli ve sofra hazır edilmeliydi.

Ayağına takılan Deniz isimli kediyle kendine geldi yine evin hanımı. Bir de bu bela vardı başında. Hoş, uysal bir kediydi Deniz. İnsan gibi laf anlar, laf dinlerdi. Henüz kendisine büyük bir zorluk çıkarmamıştı. Çocuklarla uğraşmaktansa bunun gibi on tane kedi olsa bakardı. Hele ki Cemşit ile uğraşmak… Kocasının birazdan Cemşit’i alıp geleceğinden emindi. Birden duraksadı. Deniz ayağına dolanmaya başladığına göre saat geç olmuştu. Sofranın çoktan kurulması gerekirdi. Hızla sofrayı kurdu. Camdan çocuklara seslendi. Babalarıyla Cemşit’i görünce eve gelmelerini tembihledi. Sokağı gören camın önündeki tekli koltuğa oturdu. Dışarıya bakarken denizi düşündü. Kedi olan Deniz’i deniz kenarında bulmuştu Cemşit. Ne yaptılarsa ne dil döktülerse kediyi deniz kenarında bırakmaya ikna edememişlerdi Cemşit’i. Eskiden, diye geçirdi içinden evin hanımı, beni de denizden ayıramazlar derdim. Heyhat, hayat nelere gebeydi. Bilinmez! Kim büyük büyük laflar ettiyse hep tam tersini yapıyordu bu dünyada.

Deniz, dedi. Deniz benim için özgürlüğün simgesiydi. Denizi görmediğim gün karalar bağlamış kadınlar gibi kasvetli ve depresif bir hâl içerisine girerdim. Ruhumu dinlendiren bir türkü gibi dalgaların sesini duymak için neler neler vermezdim zamanında?

Ah ki o deniz için kimleri kimleri reddetmişti. Öfkelendiğinde fırtınalı havalarda denizin aldığı renk gibi simsiyah kesilirdi suratı. Bir o yana bir bu yana kalkan devasa dalgalar gibi bir oturur bir kalkardı. Nasıl ki fırtınalı havada “Yahu sayın deniz bir dakika sakin ol!” denmiyor. O da öfkelendi mi kimseyi dinlemezdi! Ama kocasıyla tanıştıktan sonra sanki bir dalgakıran çekilmişti sahillerine paralel. Her zaman dingin ve sükûnetli tarafına seslenmeyi biliyordu kocası. Kedi Deniz’i de kabul ederken yine kocası girmişti araya. Şimdi düşünüyordu da belki de zamanında kocası Deniz’in eve gelmesi için dalgakıranları çekip fırtınayı dindirmeseydi Cemşit’i evde tutamazlardı. Çoğu akşam Cemşit’in eve Deniz’in hatırına geldiğini düşünüyordu.

Şimdilerde bir zamanlar her şeyi olan denizin kokusunu unutmuştu. Onun yerine çocuklarının kokusu kazınmıştı beynine ve daha da önemlisi kalbine. O özgür ve huzur dolu mavi artık bir şeyler ifade etmemeye başlamıştı evin annesine. Çocuklarının koşup eğlenebildiğini görmek artık denizi izlemekten daha çok zevk verir olmuştu ona. Gençliğinde herkese evlendiğinde deniz kenarında bir evde oturacağını anlatırdı. İnce ince detaylarını anlattığı hayalindeki evi artık kendisi de çok net hatırlamıyordu. Kendisine, ya deniz kenarında evi olmayan birisine aşık olursa ne olacağını soranlara şiddet ve hiddetle böyle bir şeyin olamayacağını, en büyük aşkının deniz olduğunu söylerdi. Deniz kenarında oturamayacaksam ben de evlenmem, diye haykırdığını hatırladı çok kez. Bu fikri hatırlamak hafif tebessüm etmesine sebep oldu. Şimdilerde tek yakın olduğu deniz, başlarda evde olmasına karşı çıktığı kedi Deniz’di.

Çocukların eve girmeleriyle irkildi. Hava kararmıştı. Bu kadar geç kalmazlardı diye düşündü. Cemşit’i çoktan getirirdi eve kocası. Endişeli şekilde saate baktı. Gerçekten çok geç olmuştu. Çocuklar acıktık diye çığlıklar atmaya başlamışlardı bile yarı eğlenmiş, yarı acıkmış bir hâl ile. Çocuklara, önce ellerinizi yıkayın, sonra sofraya oturun. Babanızı arayıp geliyorum, dedi. Mutfağa gitti ve yemekleri taşımaya başlamadan önce kulaklığını takıp kocasını aradı. Telefon çalarken bir yandan yemekleri taşıyordu. Karısının aradığını gören adam evde yemek için beklediklerini hatırladı. Hastane koridoruna çıktı, telefonu açtı. “Hayatım siz başlayın yemeğe, hastanedeyim şimdi, inşallah endişe edilecek bir şey yok. Bizi merak etme! Müsait olunca seni arayacağım. Acil kapatmam lazım!” dedi seri ve yorgun bir sesle tek avazda. “Yemek yemeyi unutma!” dedi evin hanımı telefon kapanırken. Söylediğinin duyulup duyulmadığına emin olamadığı bir hâlde. Elindeki çorbayı sofraya bıraktı. Aklına kötü bir şey getirmek istemiyordu. Endişesi gittikçe artıyordu. Biraz önce sanki sahiline çekilen dalgakıranlardan biri yıkılmış gibiydi. Çocuklara çorba koydu sırayla. “Çorbasını bitirmeyen başka yemek yiyemez!” dedi kesin bir anne sesiyle. Aklı Çemşit’te kalmıştı. Sessizce oturdu ve endişeli gözlerle çocukları izledi Deniz ayağına sürtünürken.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir