Zeynep Vayiç

İşlek bir caddeye bakan balkonuna çökmüş, tüm gürültüleri kirli bir küllüğe biriktirerek rengi solmuş kalebodura boş boş bakan gövdeden ibaret biri vardı zihnimde. Bizzat kendim. 

Ailesinden kovulduğu gibi işinden de kovulmuş –daha doğrusu tazminat vermemek için istifa ettirilmiş- cebinde kalan son parayı da karnını asla doyurmayacak olan sigaraya harcamış biri olarak artık peş parasızdım. Kara bulutların bir süredir etrafımda dolandığının farkındaydım fakat sağanak yağmuru bu kadar erken beklemiyordum. Yüce Rabbim verdi mi üst üste veriyor ve ben bu sınavları bir türlü geçemiyordum. Şimdi ise ağır bir gürültünün içinde, baktığım ama göremediğim birileriyle oturmuş, kahkahalarının kulağımdaki ekosunu ellerimle savuşturmaya çalışıyordum. Her şey benim için internet iyi çekmediğinden sürekli duraklayan bir film gibi kopuk kopuk ilerliyordu. Sekmeyi kapatmaya karar vererek masadan kalktım. Birileri –ki muhtemelen arkadaşım olan birileri- bir şeyler geveleyip durdurmaya çalışsa da durmadım. Zihnimdeki işlek caddeye bakan balkonun gürültüsünün üstüne kafenin kapısını kapatıp, seslerin benden uzaklaşmasıyla derin bir nefes aldım. Soğuk her şeyi daha da berraklaştırmıştı. Önce kimsesiz kaldım, sonra işsiz. Ki en başından beri zaten güçsüzdüm. Sürekli yalan başlangıçlar yapıp her seferinde içindeki kasvete diz çökmüş, tekrar başa dönüp aynı yerde patinaj yapmaktan dizlerinin iyileşmesine asla izin vermemiş biri olarak, evet güçsüzdüm. İşin garip yanı içimdeki bu kasveti – iyi tanıdığımdan mıdır bilmem- yeni başlangıçlardan daha çok kucaklıyordum.

Arkama dönüp cam kapıdan geri bıraktığım birilerine göz gezdirdim. Sarı ışıklandırmaları kasvete boğan gri dumanın altında, hararetli bir eğlencenin içinde bıraktığım birileri.. Arkadaşlarım… Bir gün yürüyüş yaparken hani olur da biri anlar, içime bir ferahlık düşürür diye sohbetlerinin ortasında aniden “Ben çok mutsuzum!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Kısa bir sessizlik bile olmadı. Çünkü kimse şaşırmadı. Bariz bir şeye kimse şaşırmazdı. Canımı yakan şey de bu değildi zaten. Canımı yakan şey “Neden?” sorusuna layık görülmememdi. Canımı yakan şey bu kayıtsızlıktı. 

Burnuma çalınan aşırı şekerli bir parfümle yüzümü ekşiterek kendime geldim. Yerler ıslanmış, şehrin üstüne kirli tülden bir hava asılmıştı. Öğlen ya da ikindi ezanı okunmuştu sanırım. Emin değilim. Gerçi önemi de yok, imsak vakti de olsa o güneş artık doğmayacaktı. Durağa gitmek için sağa saparak ıslak yolda bana gül ve şemsiye satmaya çalışan insanların içinde ilerlemeye çalıştım. Durağa vardığımda bir iki kişi vardı. Demek ki iş çıkış saati henüz gelmemişti. Siyah ve tonlarına bürünmüş bir kadın ve yanında okul üniformasıyla küçük esmer bir çocuk huzursuzca oturmuş bekliyorlardı. Üzerlerindeki eşyalar çok yıkandığı için mi solmuş yoksa kirli oldukları için mi böyle diye düşünürken kadın, ben sağına oturunca hafif toparlanıp yazmasını düzeltti. Çocuğunsa dikkati renkli atkıma çevrilmişti. Çocuk sanki günlerdir içinde tuttuğu bir konuşmaya giriş yapar gibi aniden annesine dönüp “Anne! Mülteci ne demek?” diye sorunca aralarında, annenin afalladığı beş saniyelik bir bakışma geçti. Kadın eliyle oğlunu susturarak ağzında bir şeyler geveledi. “Kürt müyüz o zaman? Sevde’ye Kürt Sevde diye sesleniyorlar anne. Biliyor musun Sevde çok güzel. Onunla evleneceğim ben. Senin gibi kaşları var ve bazen senin gibi başka başka kelimeler söylüyor kimse anlamıyor, sen anlarsın belki anne.” Annesi kulağına eğilip bir şeyler söylemeseydi muhtemelen gelecekteki çocuklarından da bahsederdi fakat bana ve atkıma utangaç bir bakış atarak önüne döndü. İlk defa bir eşyanın üzerime yük olduğunu hissettim o an. Bu çocuklar nereden öğreniyordu böyle şeyleri, nasıl öğreniyordu? Dönüp anneyle küçük çocuğa baktım. Sorduğum sorunun onların sürekli bir matem havasındaki hayatı için doğru soru olmadığına karar verdim. Niçin bunu yaşıyorlardı, ne yaşıyorlardı kim bilir? Çocuk kolunun tersiyle burnunu temizleyip son gayretiyle tekrar annesine döndü:

 “Anne… Biz mülteci miyiz?” 

Sabırlı anne ciğerlerindeki son nefes kırıntısıyla birlikte sabrını da dışarı soludu: 

“Biz insanız, biz insanız oğlum.” 

O sırada bekledikleri otobüs gelmişti ve bir anda etraf insan dolmuştu. Anne ile çocuk ayaklanırken çocuk fısıldayarak annesinin söyledikleri üst üste tekrarlıyordu. “Bizinsanızbizinsanızbizinsanız.” 

Bunu ne ara düşündüm bilmiyorum ama bir anda çocuğa “pişt!” diye seslenirken buldum kendimi. Çocuk arkasını dönerken ben çoktan iki adımla yanına varmıştım. Atkımı çıkarıp omuzlarına yerleştirirken sessizce “Sevde bu atkıya bayılacak.” deyip yanağından bir makas aldım. Az önce yüzündeki matem yeri bir festival şenliğine dönüvermişti. Beklediğim otobüsün geldiğini fark edip arkaya yöneldim fakat ayaklarım komutlarımı reddedip dümdüz ilerledi. Beynimde şefsiz kalmış bir orkestra grubundan gelen sesler vücudumun her bir zerresine gür notalarını iletiyorlardı. Ritim tutarak hızlı ve kararlı adımlarla, rüzgarla inatlaşarak şehrin kasvetini yara yara ilerledim. Bu yüzden su içinde kalmış olabilirdim. Allah, gök gürültüleri ve şimşeklerle orkestra grubunu destekler gibiydi. 

Sonunda durdum. Nefeslerim beni boğmak ister gibi aceleci olsa da ellerimi dizlerime dayayarak ciğerlerimi acı acı doldurdum.  Önümde kızgın bir deniz, dominant gri bulutlar ve bunlardan zevk alarak ıslık çalıp etrafımda dans eden rüzgar vardı. Denizin kızgınlığı, kendisini arındırmak için kıyıya vurmaya çalıştığı çer çöpe değildi. Keşke buna olsaydı. Yazık olan sadece bana değilmiş diye düşünerek tereddütlü birkaç adımla uca ulaştım. 

Şu an buradaysam, bu benim suçum değil. Bulutlar gökyüzünde değil gözlerimde biriktiyse, bunu ben yapmadım. Rüzgar yüzümü okşamayı bırakıp sırtımı dövüyorsa artık, bunu ben istemedim. Ben şu an buradaysam herkes bir miktar yardım etti. Her adımımda elimden tutan birileri vardı, bunca yolu tek başıma gelmedim. Yolu tartışabilirler ama ben artık vardım. Islık yerine ağıt yakıp sırtımı döven rüzgarı kucakladım.

Merhaba Tanrım, evime geldim.

                                                             ________ 

-Emeğin için teşekkürler Eda.

-Rica ederim, görevimdi..

-Fakat belirtmek isterim ki Balkon dergimizdeki son yazın olacak

O an Allah, işverenimi azarlar gibi bir gök gürültüsü yollamıştı sanki.

-Geçen ay bahsettim… Biliyorsun işte… Ülke, ekonomi falan….

Şimşekler…

-…

-İstifa mı etmek istersin yoksa biz mi halledelim?


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir