Hüdâbin

Mevsimlerden kış. Ama güneş ara ara o kadar sıcacık gülümsüyor ki bahar mevsimindeymişsiniz gibi bir his sarıyor sizi. Her şeyin değiştiği en çok da insanın fıtratından uzaklaştığı, merhametsizleştiği, özünü kaybettiği şu zamanda mevsimlerin değişmesi nedense pek garibime gitmiyor artık. Değişimde bile bir rahmet olduğunu söyleyen babamın sözleri gelince aklıma gülümsüyorum. Ne kadar da haklıydı. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Her şey aynı olsaydı, değişmeseydi hiç bir şey, herkes bulunduğu konumda olsaydı hep mesela. Kötü olan hep kötü olsaydı ya da iyi olan hep iyilik içinde kalsaydı. O zaman  nasıl anlaşılırdı ki o nimetin değeri, derdi babam. Doğru söylüyordu. Karlı ve bol yağışlı geçen hatta dondurucu soğuklar ile yolların buz tuttuğu  kışlar yine hep olduğu gibi geçseydi mesela. Nasıl anlaşılırdı kışın aslında bizler için büyük nimet olduğu. O eski çetin kışları hatırlıyorum da haberlerde durmadan şikayet edenleri, durmadan söylenenleri görürdük. Oysa bu zorlu geçen kışlar ilerideki zamanlarda bizler için büyük rahmetti. Toprak için veli nimetti. Ama farkında değildik. Belki de kış mevsimi küstü bize bu yüzden, diye düşünmeden edemiyorum şu an.  Kesinlikle böyle olmalıydı. Onu beğenmemezlik etmiştik. Kızmıştık çoğu kez sert geçmesine. O da sert yanını gizliyor yumuşak davranıyordu, hiç yumuşak davranmaması gerektiği halde.

Elimdeki uzun saplı süpürgeyle  yaprakların hışırtısı içinde hüzünle derin düşüncelere dalmış, bir o yana bir bu yana savruluyordum. Derin bir nefes alıp verdim. Uzun zamandır ertelediğim bahçe temizliğine bugün nihayet girişmiştim. İyi ki de girişmiştim. Meğer ne çok ihtiyacım varmış durulmaya. Kendimi doğaya, onun ahenkli sesine bırakmaya.  Bahçeyi değil de ruhumu temizliyordum sanki. Hayat işte! Bir oraya bir buraya koşturuyordu. Ne kendimizi dinleyebiliyorduk ne de çevremizi. Âna bırakamıyorduk mesela kendimizi. Hissetmeye, düşünmeye çalışmıyorduk. Hep bir yerlere yetişme telaşı, bir şeyleri halletme çabası… Yoğunluklar içinde kayboluyorduk ve kaybediyorduk çoğu şeyi. En çok kendimizi kaybediyorduk sanırım. Ne hissettiğimizi, ne düşündüğümüzü bilmeden yaşıyorduk öylece. Bugün belki de ilk defa büyük bir iyilik yapmıştım kendime. Her şeyi arkamda bırakıp rüzgara karşı durmuştum, yaprakların hışırtısına bırakmıştım kendimi elimdeki süpürgeyle. Güneşin narin dokunuşlarının cazibesi içinde bir orayı bir burayı temizliyordum.  Ruhumu dinlendirmişti yaprakların hışırtısı. Bu cazibeli narin dokunuşların büyüsü sarmıştı her bir zerremi. Daha net düşünmemi sağlamıştı. Sahi neydi bu acelemiz? Neden âna bırakmıyorduk ki kendimizi? 

Derin bir nefes daha alıp veriyorum. Ardından yaprakların hışırtısına kulak kabartmaya devam ediyorum. Başımı usulca yaslıyorum omuzlarına onların. Zira ta yıllar öncesine götürüyorlar beni. Babamla bu bahçeyi temizlediğim demlere. O zamanlar ortaokula yeni başlamıştım. Okul dönüşü babamı bahçede temizlik yapıyor, görünce hızla onun yanına koşuşumu, ona yardım etmek için can atışımı, süpürgeyi alıp beraber bahçeyi  temizleyişimizi, kurumuş yaprakların hışırtısı içinde beraber kayboluşumuzu, bana uzun uzadıya şefkatle bahçedeki çocukluk anılarını anlatışını, ara ara gözlerinin doluşunu, bazen de   bir noktaya odaklanarak derin düşüncelere dalışını ve daha birçok şeyi özlemle bir bir hatırlıyorum şimdi. Ah canım babam! Ne de çok severdi bahçesini. Ne de çok özenle bakardı. Hele dut ağaçları… Her biri evladı gibiydi onun. Üzerlerine titrerdi her bir dalının. Bir tanesi kırılacak olsa nasıl da üzülür, kızardı. Bir defasında yanlışlıkla bir dal kırmıştım da köşe bucak saklamıştım o dalı, görür de kızar diye. Nasıl olduysa o dalın kırıldığını fark etmişti ve hepimizi sorguya çekmişti, “Kim kırdı bu dalı?” diye. Onunla ağaçlar arasında çok farklı bir bağ vardı sanki. Bir şey eksilse, başına bir hal gelse hemen sezerdi. Küçükken nedense onun ağaçlarla konuştuğunu düşünürdük kardeşlerimle. Evet! Evet kesinlikle öyle olmalıydı. Başka bir açıklaması olamazdı bunun. 

Şimdi burada olsaydı da yine eskisi gibi bahçeyi temizleseydik. Bunun için neler vermezdim. “Ne oldu baba? Ağlıyor musun?” diyen oğlumun sesiyle başımı kaldırıyorum. Okuldan gelmiş. Çantası kolunda, hemen yanı başımda bitmiş. Ama farkında değilim. Sahi ağlıyor muydum? Yanaklarımın ıslak yerlerine değen hafif rüzgarın soğukluğunu hissedince o zaman anlıyorum gerçekten ağladığımı. Hafif bir üşüme sarıyor bedenimi. Sol yanım sızlıyor ardından. Özlemin ahengi sarıyor dört yanımı. “Toz kaçtı gözüme herhalde.” diye yanıtlayıp kendimi toparlamaya çalışıyorum. Oğlum hızla çantasını kapının önündeki masaya bırakıyor. Koşup bir süpürge kapıyor. Yanıma geliyor ardından ve bahçeyi temizlemeye koyuluyor. İşte o zaman daha çok doluyor gözlerim. Daha çok sızlıyor sol yanım ve daha da çok özlem sarıyor dört yanımı. Yıllar önce babamla buraları temizleyen ben şimdi onun yerine geçmiştim. Evladımsa benim yerime…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir