Abdurrahman Kıroğlu

Bir neslin adını koymuşlar. Nesillere ay biçmişler. Nice günlerin kıymetini bilmeyenler, yılları saatlere sıkıştırma derdindeler. Her şeyin ve herkesin kendi kalıplarına sığacağını düşünenler sürekli kategoriler üretmekteler. Tanımları ve tanımlamaları kendi yönlendirmeleri üzerine. Kendi söylediklerinin kendileriyle çelişmesinden de rahatsız değiller. 

Kimilerine göre bir komplo teorisinden bahsediyoruz, kimilerine göre hayatın ta kendisinden. Tüm bunları konuşmaya değer bulmamızın bir sebebi var. Bakara suresi 205. ayeti kerimesi bu konuyu bizlere işaret ettiği için hakkı ve sabrı tavsiye amaçlı birkaç kelam etme mecburiyeti hissediyorum. Bakara suresi 205. ayeti kerimesinde şöyle buyrulmaktadır mealen: İş başına geçtiğinde yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için didinir. Allah da bozgunculuğu sevmez.” Ayet-i kerimede açık bir şekilde nesillerin hedef alınacağı vurgusu ve bu işi yapanların fesat ehli olacağının bilinmesi dikkate değer olmalıdır. En çok dikkat etmemiz gereken kısım ise Allah’ın sevgisinin burada bir taraf olmasıdır. 

Nesiller mevzu bahis olunca dikkat çekilmesi gereken bir diğer kısım ise Allah resulünün (sav) yaşadığı çağa asrısaadet denmesi ve en bahtiyar neslin o nesil kabul edilmesidir. Fıkıhta dahi sahabe sözü delil olarak kabul edilmiştir. Birçok tefsirci sahabe sözüne öncelikli önem vermiştir. Bir de Allah resulünün (sav) bizlere öğrettiği düşünce tarzı vardır. Gerçek zannedilen hayatın kirlerinden arınmayı bizlere öğreten bir üslup vardır. Efendimizin (sav) ilk, tek ve son yaptığı hacda yaptığı konuşma veda hutbesi olarak kayıtlara geçmiştir. Yaklaşık yüz bin kişinin bulunduğu bir yerde yapıldığı bilinen veda hutbesinin başlangıcında düşünce yapımızı şekillendiren bir ifade ile karşılaşıyoruz. “Burada olanlar olmayanlara iletsin ki sizden sonra bana iman edecek kardeşlerim…” manasına gelen ifade. Sahabe-i kiramdan bu ifade üzerine kendilerinin kardeş olarak görülüp görülmediğine dair sorular da gelmiştir. Sonuçta Allah resulüne (sav) kardeş olmak arzusu her birinin yüreğindedir. Allah resulü (sav) ise onlara: “Hayır sizler benim ashabım, dostlarımsınız. Benim kardeşlerim beni görmediği hâlde bana iman eden kimselerdir.” mealinde cevap buyurmuşlardır. Bu noktada bize derin bir işaret vardır. Bizler kardeşleri aynı nesilden sayarız. Rasulullaha (sav) kardeş olanları, onunla (sav) aynı nesilden kabul ederiz. 

İşte bu düşünce tarzına bürününce bir kişi veda hutbesini ve Allah resulünün (sav) hayatını gözlerinin önünden geçirmelidir. Ne yaparak çağlar aşan bir neslin üyesi olunabilir? Bu soru beraberinde birçok kavrama ulaştırır bizi. Kainatın her bir noktasında gördüğümüz ahengi burada da görürüz. Uygulandıkça kişiyi Allah resulünün (sav) neslinden yapan özellikler vav harfi ile başlamaktadır. İşte nesilleri anlamsızca kültürlerinden, dillerinden, çevrelerinden ve yaşam şartlarından bağımsız bir şekilde tarihlere göre ayırıp x kuşağı, y kuşağı, z kuşağı, alfa kuşağı diye ayıranların tanımlarını kabul etmiyoruz. Bu tanımlar ile içine sokulmaya çalışıldığımız tüm kalıpları لا “la/hayır” diyerek reddediyoruz. Onun yerine إتقوا الواوات “Vavlara itaat edin!” diyoruz. Böylece Allah rasulü(sav) ile başlayan “vav kuşağı/nesli” kavramını kabul ettiğimizi haykırıyoruz. Bu vavlı kavramları taşıyan her bir bireyi aynı renk, aynı dil, aynı kültür ve aynı çevreden kabul ediyoruz. Anlamsız tarihler yerine anlamlı kavramları tercih ediyoruz.

“Peki kimdir bu vav nesli? Hangi özellikleri taşırlar?” sorularını duyar gibiyim. Öyleyse lafı daha fazla uzatmadan söze girelim, vav neslini Allah resulüne (sav) kardeş yapan özelliklerden bahsedelim.

İlk olarak vahdet kavramını üzerlerinde taşırlar. Allah’ın vahdaniyeti konusunda hassastırlar. Uluhiyet ve rububiyet konusunda kesinlikle Allah’tan başkasının adının anılmasına dahi tahammülleri yoktur. Bütün kelimeleri bir kelime ile devirirken, devrilmiş bütün kelimeleri tek bir kelime ile kaldırırlar ayağa. Allah’ın vahdaniyetini tanıdıkları gibi siyasi erk konusunda da başkasına vahdet etmezler. Tüm ticaretleri, tüm siyasetleri, tüm edebiyat ve kültürleri Allah adında vahdet etmiştir. Bu vahdet velayetlerine de yansır. Allah’ın vahdaniyetini sadece ahiret işlerinde değil, dünya işlerinde de tanırlar. Yönetimde vahdeti esas alırlar. Tüm bu vahdet anlayışı yeryüzünde Allah resulünün (sav) kardeşlerinin nefes aldığı yerler konusunda da vardır. Her bir Müslümanın ayak bastığı yeri vatan sayarlar. Bölünmüş ve parçalanmış bir vatan hikayesine değil, bir Müslümanın ayağına diken batsa benim canım acır, düsturuyla vatan tanırlar.

İkinci olarak vahiy temellerinde davranışlar sergilerler. Değişmeyen tek şeyin değişim olarak kabul edildiği bu dünyada insanlığın babası Adem’den (as) beri gelen ve değişmeyen parolaya sarılırlar. La ilahe illallah sözünü Adem safiyullahtan, Nuh neciyulla’tan, İbrahim halilullahtan, Musa kelimullahtan, İsa ruhullahtan ve Muhammed rasulullahtan ayırmazlar. Vahye uymayan her şeyi en baştan değiştirmeye ahdetmişlerdir. En büyük devrimin ise önce kişinin kendisinde yapması gereken devrim olduğunu bilirler. Vahye uymadığını gördükleri nefesi almamak için gerekirse can verirler. Yanlış anlaşılmasın, ölmek ve öldürmek düsturunda değillerdir. Vahiyle dirilmek için kendi nefislerinden vazgeçebilirler.

Üçüncü olarak vacip temelli bir hayatları vardır. Hiçbir görevi birbirinden ayırmazlar. Namazla zekatı nasıl birbirlerine yakın tutuyorlarsa üzerlerine verilen her bir görevi o şuurla yerine getirirler. İbadetlerinde vakitlere gösterdikleri ihtimamı görevleri ne olursa olsun aynı titizlikle yerine getirirler. Bir şehri idare eden vali olmaları yahut bir çay ocağında servis yapan bir eleman olmaları durumu değiştirmez. Gözleri en yukarıda yada en aşağıda değildir. Vacip yani görev bildikleri işlerini yerine getirirken makam ve mevkiye değil, kendi işledikleri amellere bakarlar. Rüzgârın esmesine göre şekillenmezler. Her dönemde ibadetlerini aksatmadan yerine getirmeye özen gösterirler. En temelde nereden gelip nereye gittiklerini unutmazlar. Şeytanın yoldan çıkarma çabalarına karşı dillerinde bilhassa kendi nefislerine karşı “Nereye bu gidiş?” sorusu eksik olmaz.

Dördüncü olarak vefa ehlidirler. Her şeyden önce Allah’a verdikleri sözü bilirler. En ehemmiyetli sözün bu olduğunu unutmazlar. Allah’a vefasızlık olan hiçbir şeyde vefa aranmayacağını bilirler. Vefayı en çok da vedialara yani emanetlere karşı gösterirler. Sadece malın emanet olmadığının şuurundadırlar. İlk vefayı Allah resulüne (sav) gösterip kitaba ve sünnete sarılmaktan geri durmazlar. İslam’ın günümüze taşıdığı her bir ilim kırıntısını vedia yani emanet bilirler. Şairin dediği gibi: “Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın” düsturuyla İslam’ın getirdiği her şeyi baş ve göz üstüne kabul ederler. 

Beşinci olarak vakıf anlayışı hayatlarının köşe taşlarından biridir. Bireysel yapılarak kör kalan işlerdense vakıf olup devamlılık getiren hayırların peşindedirler. Arafat Dağı’1nda vakfeye durmuş gibi bireysel gibi görünen ama tamamı tek bir kıbleye yönelmiş, tek bir amaca matuf işler peşindedirler. Vakıf olmayı, vakfetmeyi bir vakar mevzuu bilirler. Anlık, şımarıkça ve gösteriş için değil, hedefe ulaşan ve devamlılığı sağlayan hayırlarda yarışırlar. Zaten ecdadına vefa gösterenin en çok vakıf kalkındıran olduğu gerçeği de gün gibi ortadadır.

Altıncı olarak veraset konusunda hassastırlar. Vasiyi ve varisi incitmekten korkarlar. Hak sahibine hakkının teslimini en öncelikli görev bilirler. Veraset denince akıllarına sadece mal ve mülk gelmez. Alimlerden kalan ilmi de bir veraset sebebi görürler. Kendilerini ilminin varisi görüp vahiy çizgisinden sapmadan, ahlaklarını parlatacak ve kendisinden istifade edilen ilmin peşindedirler. Bu istifadenin kendilerinden istifade edilmek suretiyle gerçekleşeceğini bilirler. Müslümanlardan kalan her eserden dolayı üzerlerinde bir veraset hakkı bulunduğunu bilirler. Ayasofya-i Kebir Camii’nde gördükleri veraset hakkını, Mescidi Aksa’da da görürler. Kendilerini Resulullah’a (sav) kardeş olarak gördükleri için, rengi, kültürü, bakışı ve dili ne olursa olsun Resulullah’a (sav) kardeş olanların namuslarına kendilerini varis bilirler. Geçici dünyanın fani çıkarlarındansa ebedî dünyanın baki ürünlerinde hak ararlar.

Yedinci olarak vebal yükünü her daim omuzlarında hissederler. Vicdanları vebal yükü ile dolup taşmaktadır. Vazifelerini yerine getirirken vicdanları olduğunu unutmazlar. Kendi çıkar ve menfaatlerinden ziyade Allah adı yüce olsun diye sağlarına sollarına bakmadan vazifeye atılırlar. Vazifeye atılmış olanlara yardımı vicdani bir sorumluluk bilirler. Uyudukları her bir dakika uykunun, içtikleri her bir damla suyun vebalinden korkarlar. Allah’sız bir işe girmeyi ateşe girmekten kötü görürler. Allah’sız bir sözün vebali yüreklerini dağlar. Bu nedenle bütün virdleri hayır ile başlar, hayır ile biter. Dillerinden dökülen kelimelerin vebalinden korkarlar. Hayatlarını İslam’landırırken işgal ettikleri makamlarda kimlerin hakları olduğunu hesap ederler. Başkalarının vebaline girmedikleri gibi en yakınlarının anne ve babalarının, eşlerinin, çocuklarının da vebaline girmekten çekinirler. Fıkıhtaki “el-akrabu fel-akrabu” kaidesini unutmazlar. Kendi çocuklarını doyururken yeryüzünde açlıktan ölen çocukların da vebalinden korkarlar.

Sekizinci ve son olarak vera onların üzerinden kalkmayan bir elbisedir. Derilerinin sökülmesini kabul ederler lakin veralarını çıkarmayı reddederler. Yüreklerinin Allah ile çarptığının unutulmasından yine Allah’a sığınırlar. Vuslata vera ile erebileceklerini bilirler. Allah’tan sakınmayı, takvayı bir üst aşamaya geçirip adeta vera erleri olurlar. Tüm vuslatlarını, kavuşmalarını veraya bağlamışlardır. Otururken, kalkarken, konuşurken, yürürken, sosyal medyada bir şeyler yazarken yaptıkları her şeyde Allah’tan korkar ve sakınırlar. Sanki en yakın dostunu kırmaktan çekinen bir dost gibi yaptıkları her şeyde Allah’ı incitmekten çekinirler. Azaba uğramaktan değil, eşsiz bir dostun sevgisini kaybetmekten korkarlar. Tüm dünya işlerini bir vekalet olarak görürler. Asıl olanın ahirette karşılaşacakları olduğunu bildiklerinden bu dünyanın işlerine bel bağlamazlar. Hakkı söylemekten çekinmezler. Lakin söyledikleri sözle hak olanın zulüm gibi anlaşılmasından endişe ederler. Diğer yedi maddeyi hayatlarına uygularken Allah resulünün (sav) hırkası olan verayı üzerlerine bürümeye özen gösterirler.

İşte böylece fikirleri, duyguları, duruşları ve amelleri açık ve net olan, Resulullah’ın (sav) nesli olan vav nesli ortaya çıkar. Üzerine bu elbiseleri alan kişinin yaşadığı gün ve yıl fark etmeksizin vav nesline dahil olurlar. Önümüzdeki tercih açık ve nettir: Uydurulmuş ve despotça dikte edilen gelip geçici kaos ve kargaşa içerisindeki nesillerin bir parçası olmaktansa çağları aşıp gelen saadet neslinin parçası olmak. Ya bizlere dikte edilen zindanların içerisine gireceğiz, yahut zindanları dahi gül bahçesine çeviren bir hareketin parçası olacağız.

Yazımın başında belirttiğim gibi kalıplara ve tanımlamalara girmeyi İbrahimi bir duruşla reddediyoruz. Vavlara itaat edip, Allah resulü (sav) ile aynı nesilde buluşuyoruz. Vav nesli olarak yaralarımıza merhem için Allah resulünün (sav) dikkate alınması gerektiğine dikkat çekiyoruz. Yarışımız hayır yarışıdır. Hayırda yarışıp da kendisini vav nesline mensub hisseden tüm çağlar aşan çağdaşlarımıza selam ediyoruz.

Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.

Vesselam…

Kategoriler: Deneme

0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir