Abdurrahman Kıroğlu

Mevzuya nereden başlamak gerektiğini bilmiyorum. Bildiğim şey kimsenin bu konuda tam olarak bir şey bilmediğidir. Aslında aşikâr olanın bilinmeyene dönüşmesi de enteresan bir durumdur.

Genel anlamda kafalarımızda değişmeyen bir soru var. “Ne olacak bu işler?” İşin ne olduğundan bağımsız bir şekilde herkesin kafasını kurcalamakta bu soru. İster çok önemli toplumu ilgilendiren bir konu olsun, ister çok basit çözümü belli ve kolay çözülebilecek bir konu olsun akıllarda aynı soruya konu olmuş durumdalar. Zamanı değişmekle beraber bu soru bir zaman sonra herkesin kafasını kurcalamakta. Kesin kararlı, sabitleşmiş fikirlere sahip insanlarda bu soruyla karşılaşmakta, çabuk karar değiştiren, her an fikir değiştirmeye hazır insanlar da karşılaşmakta bu soruyla. Cevabını bulduğunu zannedenler dahi bir müddet sonra bu soruyla tekrar karşılaşmakta.

Peki ya neden? Bir soru neden bu kadar çok tekrarlanmakta? Buna da verilen birçok cevap olmakla beraber verilen cevaplar bu sorunun sorulmasını durduramamakta. Verilen cevaplar yanlış demiyorum. Ortaya üretilen çareler uygulanmaktan da uzak demiyorum. Lakin ortada bir sorun var. Bu soru tekrar edilmekten geri durmuyor. Bir müddet ertelense dahi bir müddet sonra sessiz ve gizlice yeniden su yüzüne çıkıyor. “Ne olacak bu işler?”

Bu duruma çözümler üretenlerin birleştiği ortak bir düşünce var. İçinde bulunduğumuz çağın ruhsuzluk, ahlak yoksunluğu ve faydacılık etrafında toplanması. Bu çağda denk geldiğimiz herkesin bir yönden ruhsuzluk içerinde olduğunu görürüz. Eksik kaldığı yönünü bastırmak için hemen herkes de rast geldiğimiz bir durumdur bu. Elde etmek istediğini elde etmek uğruna tüm ideallerinden vazgeçen bir çoğunluk da gözlerimizin önünde durmaktadır. Sanki fırsatını bulan herkes ahlakını bir kenara bırakıp elde edebileceği fayda için hareket edecek zannediyoruz. Göz önündeki çok büyük bir çoğunluk da böyle davranmaktadır. Ahlaksızlığın ve faydacılığın ciddi bir seviyede göz önünde olması elbette bu fikirleri desteklemektedir. Lakin göz önünde bulundurulması gereken bir durum daha var. Tarih bilmeden bu çağ ile ilgili yapılan yorumlar hep eksik kalacaktır. Hangi tarihi diye sorulacak olsa, belki bir kısmını belki tamamını cevabını verebiliriz. Bu ise mevzu bahis olan sorunun devam edeceğine dair bir gösterge olarak gözlerimizin önünde durmaya devam etmesini sağlamaktadır.

Bizden kavrayış, kültür, ahlak, bedeni güç anlamında daha dayanıklı olduğunu düşündüğümüz insanların dahi bu soruyla uğraştığını bilmek sorunun sebebinin bu çağda olmadığını anlamamıza yardımcı olur. Mehmet Akif’in ünlü dizelerinde “Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlahi!” feveranı aslında bizim sorumuzun bir yansımasıdır. “Ne olacak bu işler?” sorusunun cevapsız kalması yahut verilen cevabın soruyu sorulmasını gerektiren durumu yeterince izah etmemesinden kaynaklanmaktadır.

İnsanoğlu ne zaman kendisini yeterli görmeye başladıysa o zaman bu soruyla muhatap olmuştur. “Ben yapacağımı yaptım. Daha ne yapabilirim ki? Daha ne yapmam gerekir ki?” sorularına ulaştığını hissettiğinde artık dış güçlerden medet ummaya başlamaktadır. Aslında kendisini bir güç olarak gören insanoğlu gücünün tükendiğini hissettiğinde artık kendisinden daha fazla güce muktedir olanın harekete geçmesini zorunlu görmektedir. İşte “Ne olacak bu işler?” sorusunun altında gizliden gizliye böyle bir düşünce gizlenir. Sınava hazırlanmayan bir öğrenci “Ne olacak bu işler?” demez. Bilir ki bildiği konudan soru gelirse doğru cevaplar ve geçer. Bilmediği bir konudan soru gelirse yanlış cevaplar yahut boş bırakır ve kalır. Çalışmayan ve düşük alan öğrenciye soruyu annesi, babası, dayısı, amcası, teyzesi, halası vesair diğer kişiler sorar. Çünkü ellerinden bir şey gelmeyeceğini bilen kişiler, cevabı bilseler dahi bildikleri cevabı duymak isterler. Çünkü terennüm edilmeyen umutların gerçekleşmeyeceği zannedilir çoğunlukla. Halbuki öğrenci bilir ki kalacaktır. Soruyu soranda bilir öğrencinin kalacağını. “Ne olacak bu işler?” sorusu “Ben yapacağımı yaptım, sıra kimdeyse o yapsın.” denilemeyen zamanlarda dile getirilen bir sorudur.

Heyhat herkes yapacağını yapmış olsa kimsenin “Ne olacak bu işler?” sorusuyla uğraşmasına gerek kalmayacaktır. Bir de unutulan nokta sonuca varmak, doğru işleri yapmaktan daha önemli değildir. Önemli olan yapılması gerekeni doğru şekilde yapmaktır. İllaki istenilen yahut istenilmeyen bir sona ulaşmak değildir mesele. Aslında son diye kastettiğimiz şey gerçekte beklediğimiz son değildir. Hayat yolculuğumuz boyunca sonun ne zaman olduğunu bilmemekteyiz. Bazen elim bir kaza diye nitelediğimiz olaylar aslında beklemediğimiz sondur. Yolda nasıl gidiyorsak o sonla da öyle karşılaşırız. Yani bilemeyeceğimiz bir sonu ancak bilinebilen bir yolda karşılayabilirsiniz. Bu ise asla umutsuzluk ve kendini yeterli görme hastalıklarını bünyenizde bulundurmamakla mümkün olur. Savaş meydanlarında umutsuzluk türküleri söylenmez. Ama cephe gerisinde bekleyenler gidişata göre türkülerini yenilerler.

Hasılı kelam “Ne olacak bu işler?” değil, “Nasıl daha iyisini yapabiliriz?” sorusu gündeme geldiğinde bir şeyler değişmeye başlar. Ne de olsa diktiğimiz heykeller bizi dünya matematik sıralamasında ileriye götürmüyor. Öyleyse dünya matematik sıralamamızdan şikayetçi olanların heykel dikmekten daha başka işler yapması gerekir mantıken. Ahlaktan şikayetçi olanların her ne olursa olsun ahlaktan ödün vermemeleri gerekir. Unutmayalım kişi kendinden bilir işi! Öyleyse önce kendimize sormalıyız soruları ve önce kendi kendimize ikna edici cevaplar vermeliyiz. Gerisi zannediyorum kolayca gelir.

Vesselam…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir