Abdurrahman Kıroğlu

Önerme: Ne bir ispatı mümkün bildiklerimizin ne de inkarı(!)

Kadim alimler veciz ifadeleri severlerdi. Az söz ile çok şeyler anlatmak bir tasarruf işidir. Biz bu tasarruftan nasibini arayan müsrifler gibiyiz. “Kainatta her mefhum zıddı ile kaimdir.” vecizesini unutup her şeyi kendimize göre tanımladığımız bu zamanlarda anlaşmakta zorlanmamız ne kadar da mukadderdir.  İspat dediğimiz şey bir şeyin inkarının olmayışıdır. İnkarı olabilen şeyin de ispatı olmamalıdır. İnsan bir konuda ispat ya da inkardan uzak ise aslında o konuda bilgisiz demektir. Bilgisizlik kötü değildir. Kötü olan bilgisiz olduğunu kabul etmemektir. İşte bu cehalettir. Öyleyse cehaletin zıddı en yüksek şuur durumu olmalıdır. Bu da muhakkak ki tevhit olmalıdır. Ebu Cehil örneği burada bize nasıl da örneklik teşkil ediyor. Ana dili haricinde beş-altı dil konuşan bir bürokratın cehaletin zirvesi olarak gösterilmesi bizlere yeterli bir ispat olmalı. Hakkında ayet inen Ebu Leheb yalandan bile olsa iman ettim diyemeyerek yaşadığı sekiz yıl boyunca aldığı her nefesle vahyi ispat etmiştir. Böylece inkarı kendi hayatıyla mümkün kılamadığı bir şeyi kabul etmeyerek cehaletini ortaya koymuştur.

Yanlış önermelerle doğru yere varamayacağımız ortada. Maalesef ki en yanlış önermeleri de zaman konusunda yapmaktayız. Adeta içinde olduğumuz bir zindanın kölesi değil de efendisiymiş gibi kendimizi kandırıyoruz. Cehalet ile yola çıkarken nasıl varmak istediğimiz yere varabiliriz. Otobüsle Erzurum’a gitmek isteyen bir kişi Paris uçağına binip nasıl otobüsle Erzurum’a gitmek istediğini iddia eder? İşte bu zaman bunun gibi birçok örneği yaşadığımız bir zaman. Herkesin diyalektik ve demagoji ustası olduğu bir dönemde bir şeyin doğruluğundan çok karşı tarafa kabul ettirilebilmesinin önemsenmesi bu çağın belki de en büyük hastalığıdır. Ya uçağın otobüs olduğunun ispatına uğraşıyorlar yahut Paris’in Erzurum oluşuna. Halbuki ne uçak otobüs kadar yeryüzüne temas edebilir ne de Paris Erzurum kadar muhabbetkârdır.

İnsan olarak zaman ve mekan ile mukayyetiz. Sınırlarımız varlığımızın delilidir. Mekansızlık muhal olduğu için genellikle zamana saldırır insan. Tanımını yapamasa da ikna edici bir şekilde derdini zamana yaslar insan. Bilemese de mahiyetini, başına gelenleri zamana atfeder. Ya her derdin ilacı olur zaman, yahut beklediğine kavuşması için en büyük engel. İşin ne olduğuna dair söyleyecek çok sözümüz var. Peki ne zaman yapılacağına dair bir sözümüz var mı? 

Sahi ne zaman ayağa kalkma zamanı gelecek? Ne zaman akan gözyaşlarımızın sızısı yüreğimize inecek? Ne zaman yiğit dediklerimizin cesaretine şahit olacağız? Bir fincan kahvenin ne zaman hatırı olacak üzerimizde? Ne zaman kendimiz için olan torpile karşı çıkacağız? Gerçek pehlivanlığın kişinin kendi öfkesine karşı yapacak olduğu pehlivanlık olduğunun idrakine ne zaman varacağız? Ne zaman bir sokak hayvanından çok çocuklara kıymet vereceğiz? Ne zaman para bizim için sadece sayılabilir bir şey olacak? Ne zaman yalan bizim için kişi ayırt etmeksizin kötü sayılacak? Ne zaman içimizi okşayan günahların yanlışlığını kendimize haykıracağız? İnsan nisyan ile malül iken ne zaman insandan sayacağız kendimizi? Tüm iyilikleri kendimize isterken ne zaman bu iyilikleri elde edemesek bile hak eden kişi olmaya çalışacağız? Ne zaman küçük çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar sorusu sorulmayacak artık? Ne zaman dışı kar beyaz gömleklerimizin içi kan kırmızı olmayı bırakacak? Sahi ne zaman aceleci insan düşünme konusunda acele edecek? 

Yoksa diri diri gömülen kız çocuğuna hangi suçtan öldürüldüğünün sorulacağı zamanı mı bekliyoruz?

Vesselam…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir