Şakir Zümre

Ne de güzel bir haberdir baharın gelişi…

Kıştan kalan son soğuk günlerde terk etmektedir bizi. Nebatatın yeşermesi gibi toprağa düşmüş yeni umutların yeşermesi yakındır. Yeryüzünü bürüyen beyaz örtü kalktıkça şükredecek nimetler görünür. Ölü zannedilen toprağın aslında nelere gebe olduğu anlaşılmaya başlar. Üzerinde düşman soğukluğunu hissettiğimiz yeryüzünde merhamet tecellileri görmeye başlarız. Umudumuzu kesmememiz için bir muştudur bizlere. Kışın soğuğunu atlatabilen garibanlar sevinir. Bir nebze olsun üzerinde sevginin sıcaklığını hissedeceklerdir. Hem ağaçlar meyvelerini saklayıp gizlemek yönünde olmadıkları için evsizlere bir nebze rızık gelmektedir. İnsan da bu açıdan hüdayidir. Ağacın yeşilliği, çiçeğin kokusu, havanın ısınması, rüzgârın yumuşaması insanın haleti ruhiyesine etki eder. Bir nebze yaralar sarılır gibi olur. Her ne kadar suya hasret kalacaksa da yazın mevcudat, baharın muştusu yağmurlarla gelir.

Ne de güzel bir haberdir baharın gelişi… Yalnız sıkıntımız baharın değil güzün eşiğinde olmamız. Baharda yeşeren nebatat kavurucu sıcaklar ile sararmıştır. Yapraklar yeşilliğini kaybedip sararmaya, dökülmeye başlamıştır. Günden güne kaybolan sıcaklar yerini soğuk havalara bırakmıştır. Artık esen rüzgârlar için serinleten rüzgârlar değil, dondurucu soğuklar demekteyiz. Dökülen yapraklar çiçeklerin de sonunun geldiğinin habercisidir. Artık yağmurlarda ıslanmak eğlenceden sayılmamaktadır. Garibanların bulduğu nimetler azalmakta, herkes kendisini karınca zannedip ağustos böceklerine sövmektedir. Soğuk yerini daha soğuğa, beyaz bulutlar yerini kara bulutlara, mavi gökyüzü ise en iyi ihtimalle griye bırakmaktadır. Kötü günleri geride bırakıp daha kötü günlere doğru yol almaktayız.

Mesele mevsim değişmesi değildir. Üç ay, beş ay sabredip baharı bekleriz diyenler dikkat etsinler. İnsanlığın güzünde kaç aylar geçirdik. İnsanlık namına kış geleyazdı. Artık hüzün sardı her bir yanımı diyemiyor şairler. Çünkü hüzün yeni normalin ismi oldu. Bin dört yüz bilmem kaç yıl evvel gelen insanlığın baharı kavurucu yaz günlerini geçirip soğuk, çok soğuk günlere  bıraktı yerini. Ne insanlıktan bir eser, ne insaniyetten bir ışık kaldı. Daha da kötüsü olamaz dediğimiz her şeyin daha da kötüsüyle karşılaştık.

İnsanlığın yumuşak yüzü çocukları önemsemez olduk. Sanki bizler hiç çocuk olmamışız gibi çocukları istihdam ettik. Sonra yeterince randımanlı çalışmadıkları için onları cezalandırdık. On aylık çocuklar faşizan duyguların esiri olmamışken henüz hepsine çocuk diyemedik. On aylık çocuğun İngiliz, Türk  yahut Suriyeli olması neyi değiştirecek ki bizim için? Kendimizce alt tabakaya mensup olanlara tecavüze yeltenecek kadar kaybettik insanlığımızı. Hayır itiraz etmeyin ben öyle bir şey yapmadım diye! Bir Türk çocuğuna tecavüz edene ses yükseltip, Suriyeli çocuğa tecavüz edeni oturup izlemedik mi? Hangi faşizan duygularla yapılabilecek bir harekettir bu? Kaç faşist bu alçaklığı kabul edebilir?

Merhamet dediğimiz şeyin adı bile değişti şu insanlığın suret değiştirdiği günlerde. Artık merhamet değil, enayilik der olduk tüm erdemlerin temelini oluşturan şeye. Her şeyin çalışma ve çabadan ibaret olduğunu zannedip “yahu o da çalışsaymış” der olduk. Rızkı vereni unuttuk. Rızkı vereni unutunca rızkı verenin taksimini nasıl hatırlayalım! Elimize bir keser verdiler. Yonttukça kendimize alıyoruz zannettik. Halbuki yonttukça kendimizden alıyoruz.

Nezaket, letafet, sükûnet falan filan mesela der olduk. Cümle içerisinde kullanımına bile tahammül edemez bir hâldeyiz. Küçük bir çocuk yahut kitapsız bir yetişkin cümle içerisinde kullanmak için, ben bugün biraz nezaket gördüm, dese en sert ve kaba eleştirilerimizle karşılaştı. Fikir özgürlüğü ben sözümü söyleyebildiğim müddetçe olsun, fikirlere saygı bana saygı duyuldukça var olsun demeye başladık. En doğru görüş benim içinde olduğum görüştür, çünkü ben böyle, ben şöyle, ben falan, ben ki ben…

Her şey maddi olarak ölçülebilir bir hâlde. Kaç kuruşluk adamsın ki yaptığın metelik etsin! Metelik değeri olmayan şeylerle muhatap olmaya ne gerek var! Falan ülkede insanlar ölüyor. Kaç kuruş ki bir can? Hemen internette kurşun kaç para olmuş aramaları, çünkü maddi değeri ölçülemeyenle işi olmayan bir insanlık türemiş artık.  Evine ekmek götürmek için çalışmak, para kazanmak lazım diyor herkes. Tüm kainatın dengesi kendini bilmez insanların kazanacağı üç kuruşa bağlanmış. Buğday, insan çalışıyor diye yeşermiş büyümüş. Buğday kökü insan cebine para girmiş diye gerekli suyu ve diğer gereklileri çekmiş. Sırf cebimizde para olduğu için böcek sarmamış ekini ve unu. Tüm kainat dengesini insanın cebinde para var diye korumuş. Hatta ve hatta vücudumuz cebimizdeki parayı bildiği için yaşamsal fonksiyonlarına devam ediyor.

Bir de tabii ölmesinden mesut olduğumuz canlar var. Herkes hakkında her şeyi bilip, kimin ölmesinin doğru, kimin yaşamasının yanlış olduğuna karar verdiğimiz. Bilge Kral’ın “Biz de zalimlerden olacaksak zalimlere karşı savaşmamızın ne anlamı var!” sözü artık bir şey ifade etmiyor bu cehalet aşığı insanlara. Afgan ölmüş, Arap ölmüş, Uygur ölmüş, tenleri sarılı, siyahlı insanlar ölmüş… İnsanlık için önemli değil bunlar. Önemli olan üst sınıfa mensup bir kendini bilmezin köpeğinin tüyleri zarar görmesin. Aman ya Rabbi! Nasıl olur hayvana bu eziyet! Hâlbuki sırf hayvanlar için harcadığımız mama parası ile dünyada aç insan kalmayacağı gerçeği bir gerçek gibi gelmiyor bizlere. Karnın tok ise herkesin karnı toktur. Benim kafama bomba inmez iken gösterdiğim vatanperverliği herkes gösterebilir. Aksi tu, kötü, bilmem ne demek gerekir insanlığımıza.

Kış kapıda değil artık. Giderek daha da kötü günler bizleri bekliyor. Bahara çok uzağız. Bahara ulaşmaya ümidin kalmadığı bir dönemdeyiz. Bu kötü günlerin en güzel günlerimiz olduğunu unutmayalım!!!


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir