Abdurrahman Kıroğlu

“Sözün gücü ikna kabiliyetindedir.” Sayın İbrahim Kalın kendisiyle yapılan bir söyleşide böyle söyledi. Sözü söyleyenin makamı ve mevkisi fark etmeksizin fikrin kendisinin önemli olduğuna dikkat çekiyor. Günümüzde özellikle idari olarak daha yüksek mevkide olanların sözleri daha itibarlı görülse de olması gereken sayın Kalın’ın ifade ettiği gibidir. Bugün belki de eğitimde yaşadığımız bunca sıkıntının temeli buradan kaynaklanmaktadır. Eğitime ihtiyacı olduğu konusunda ikna olmamış gençleri eğitmeye çalışıyoruz. Çocuğunu sosyalleşmesini sağlamak ve toplum baskısından kurtulmak için okula gönderen velilerle eğitimin ev ayağını nasıl sağlayabiliriz? Her fırsatta öğretmene sınav başarısı üzerinden hesap soran bir eğitim sistemi öğretmeni ideallere nasıl bağlayacak? Öğretmen, veli ve öğrenci üçgeninde ikna edilmişlik olmadıktan sonra hangi sistem nasıl başarılı olabilir? Bu işin kolay olduğunu elbette ki kimse iddia edemez. Bir milyondan fazla öğretmenimiz, on sekiz milyonu aşkın öğrencimiz ve öğrenci sayısının iki misli velimiz var. Her birini ikna etmek elbetteki imkansız. Ama en azından bir kısmının ikna olması gerekmektedir. Yoksa boşa kürek çekmekten başka ne yapmış oluruz ki. 

Mevcut müfredatların derslerde yetişmediğini bildiği hâlde bazı üst düzey ikna edilmiş adamlar adeta millî eğitimimizin içine mil sokmuş gibiler. Sahadan gelseler bile zamanla sahadan uzaklaşmış olmanın verdiği rahatlık ve her makam sahibinin etrafında toplanan her şeye ikna olmaya hazır zevat, eğitim açığımızın gittikçe büyümesine yol açıyor. En basit anlatımıyla ilkokul birinci sınıftan itibaren üniversite giriş sınavına hazırlanan at yavruları şey yani yavrularımız nasıl eğitime ikna olsunlar? Oyun çağındaki yavrucaklarımızın kabiliyet ve ilgi alanları önemsenmeksizin yarıştırılması ne kadar ikna edici olabilir?

Bu yazıyı okuyan herkesin kendisine sormasını istediğim bir soru var. Biz aynı sıralarda olsak ne yaparız? Bu yüzyılda, bu imkanlar ve bu teknoloji içinde ilgisini çekmeyen ve kabiliyetlerine hitap etmeyen alanlarda yarıştırılıp sonuncu olmayı kaç kişi ister? Evlerinde işten yorgun gelmiş ebeveynlerin ilgisizliği yahut sürekli evi düzene koymaya çalışan ev hanımlarının yıpranmışlığıyla bir çocuk ne kadar temel becerileri kazanabilir? Ev ile okulu ayrı ayrı gören bir çocuk evde küfretmezken okulda varlık gösterebilme adına küfürlü sözler söyleyebilmekte. Okulda sürekli oturtulmuş ve susturulmuş bir çocuk evde biriken enerjisini atmak için gün boyu yorulan ebeveynini darlamakta iken sağlıklı bir aile içi iletişim nasıl doğabilir?

İlkokullarımız aslında çocuklarımıza temel yaşam ve temel ahlak becerileri kazandırmalıdır. Okuma-yazma, dört işlem öğrendikten sonra topluma entegre olmalarını sağlayacak, temel yaşam ve ahlaki kriterlerin uygulamalı öğretildiği yerler olmalı. Dört sene olması şart değil. Önemli olan, bir kazananı olan yarışlardan uzak olmaları.

Orta okullarımız kabiliyetlerin belirlenmesi ve kabiliyetlere göre temel konuların gösterilmesi gereken yerler olmalıdır. Ders anlatmaktan ziyade el sanatlarına yatkın olanların, ezberlemeye yatkın olanların, sayısal işlemlere yatkın olanların, teknik işlere yatkın olanların vs tespit ve tasnifi yapılmalıdır.

Liselerimize fiili kalmanın geri gelmesi gerekir. İş garantili meslek liseleri gerekiyor bize. Ortaokulda alanını seçmiş ve en az bir yıldır alanında çalışan öğrenciler alanlarına devam etmeliler. Lise bitirecek öğrencinin okuması gerektiğine ikna olmuş olması lazım. Hayatında matematiğin ne kadarını nerede kullanacağını bilmeyen birisi neden matematik öğrensin? Tarih ilmine ilgi duymayan bir bakkal adayı tarihin sayfaları arasında neden dolaşsın? Ve dahi tüm dersler için bunu kendimize sorabiliriz. Neden yüksek öğrenimde alması gereken eğitimi ilköğretimde vermek derdindeyiz?

Yanlış anlaşılmak istemem, bazı temel bilgiler ve kullanım şekilleri öğrencilere öğretilmelidir. Mesela tarihimizin dönüm noktası olan durumlar elzemdir. Bir Çanakkale’yi bilsin gençler. Lakin gitsin yerinde görsün, uygulamalı öğrensin. Kalıcı bilgi olsun. Belki de hiç köyünden dışarı çıkmamış bir çocuğun gidip bu gibi stratejik öneme sahip tarihi yerleri görmesi ne kadar elzemdir bir anlayabilsek. Gerekirse belediyelere yahut özel kuruluşlara görev verilsin. İlçende bulunan şu kadar öğrenciyi Çanakkale’ye götürme zorunluluğun var, diye. Boşa harcanan reklam paralarının yüzde biri bile bu iş için yeterli bütçeyi oluşturur. Yahut futbol kulüplerinin bağışlanan vergileriyle nereler nereler gösterilir çocuklara.

İlla ki bir Çanakkale, bir 15 Temmuz yaşanması mı lazım bu işlerin öğrenilmesi için? Tüm bunlar için kimi ikna etmemiz lazım? Millî eğitim için kim şahsi menfaat ve konforundan vazgeçebilecek? Varsa ben yaparım diyen, tüm okları ve sıkıntıları göğüslemeyi göze almalıdır. Millî eğitim işinin gönül işi olduğu da unutulmamalıdır.

Vesselam…


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir