Zeynep Özcan

Senden bana kalan, terk edilmiş savaş meydanlarına mıdır bendeki bu aşk? İncecik bir ipin üstündeyim; düşersem uçabilirim zannediyorum yine. Yere öyle bir çakılacağım ki bu sefer sen bile inanamayacaksın bir zerrenin bu kadar sert düşebileceğine. Ruhumda öyle bir korku var ki sanki cennetle cehennemi içimde taşıyorum. Sanki iniltiler nehrinden çıkmışım da unutmanın nehrine beş kala yere çöküp ağlamaya başlamışım. Kaldırım taşları arasından yeşermeyi başarmış bir çiçeğin dahi gücü yok içimde. Ne vazgeçebiliyorum ne de kalıp savaşabiliyorum. Bu meydanlar benim Acheron’umdur Joseph.
Düşen her çocuğun dizindeki yarayla sınanacağımı anladığım günden beri huzur bulamadım. İnanç nedir Joseph? Kimedir, neyedir? Saatlerce yürümeyi öğrendim; yürürken bulduğum camilere girip dua etmeyi öğrendim. Fakat eğilmeyi ibadetten saymamı nasıl beklersin Joseph?
Bazen o kadar karanlık hissediyorum ki sanki elimin değdiği her aydınlığı yutacakmışım gibi. Bencilsin sen. Ve ben, sen dışında herkese karşı o kadar kalpsiz oldum ki… Bu kadar karayı kalbim kaldırmıyor artık. Kalbime sürdüğün karayı temizlemeye çalışmıyorum fakat seni içimden atamıyorum. Acheron’un tüm nehirleri içimden taşıyor. Cesedim yakılmış bir halde, unutmanın nehrinin etrafında örselenmiş bir çember edasıyla dönüp duruyor. Ve ben, seni unutmamak için çemberin etrafında yüzyıl yana yana dönmeye razıyım. İşte insanoğlunun yediği ilk elmadan beri süregelen aciziyeti budur.
Senden bana kalan bu yarayı kapatmaktan vazgeçtim. İsterim ki her gördüğünde için sızlasın. Sana kendi çapımda verebileceğim tek ceza budur. Ve ben, senin yeryüzündeki herkese nefes alıp verirken bir tek bana ölü olman… İşte benim cezam da budur. İçimdeki ateşi söndürmek için binlerce itfaiye yetişti imdadıma. “Hayır,” dedim, “Hayır!” Ancak ve ancak kül olabilirsem, bir daha ne uçmaktan ne de düşmekten korkacağım. Şimdi, küllerim ve üstüme sinmiş bu is kokusuyla sen nereye esersen, o yöne gidebilirim.
Dünya tersine dönmüş olsaydı ve bu yaşananların hiçbiri yaşanmamış olsaydı, tekrar senin cehenneminde yanmayı isterdim. Çünkü senin yanında olduğum zamanlar, üzerimize bombalar yağsa dahi her şey yolundaymış gibi hissediyorum. Ve bu hissi bütün güzel duygulara, bütün paralel evrenlerde değişebilirim. Seninle asla aynı yolda yürümeyi kendime yakıştıramayacağımın, müthiş acı veren inancıyla… Seni hayatımın en azından bir köşesinde tutabilmek için kendimle verdiğim savaşları bilsen, eminim senin gibi birinin bile içi acırdı. İzin ver, harcanacak son kurşunlar benim olsun. Canım çok yanıyor.
“Ruh bedenden çıkınca insan huzur bulur,” derdi babaannem. Dünya denen bu yarayla ne çok sınavımız var Joseph. Bu savaş meydanında ölmeyi her şeyden çok istiyorum. İnanmazsın, sana rağmen istiyorum bunu. Çünkü belki de bambaşka bir bedende seninle huzur bulacağım. Ve bu inanç, benim ölüme karşı olan hazzımı her geçen gün körüklüyor. Biz, bu bedenlerde birbirimize bu hayatı cehennem edeceğiz. Ve bu, ne yazık ki bir inanç değil; bütün çıplaklığıyla Allah’ın önümüze koyduğu bir gerçek. Gün gelecek ve biz bu çıplaklıktan hiç utanmadan Allah’a bakıp, öylece yutkunacağız.
Çıkmalı mıyım bu odadan?
Çık, güzel kızım, çık… Yalvarırım çıkarken ışıkları kapatma. Git, bulduğun ilk yanıp yanıp sönen sokak lambasının altında hikâyeli bir adem bul kendine. Gözünü seveyim, kapatma ışıkları. Sen Cansever’in masasına çağrılmayan Yakup değilsin. Koyunlarını da kaybetmedin. Yak ışıkları.
0 yorum