Abdurrahman Kıroğlu
Eskiden “insanı insan eden…” diye başlayan cümlelerimiz vardı. Artık en yeni şeylerin bile çabucak eskidiği bir çağdayız. Halbuki eskiden öyle miydi?
Ne kadar eskiye gidersek eskilerin o kadar zor eskidiğini görürüz. En yeniler çabucak eskiyorlar. En eskiler ise yenilere meydan okurcasına eskimemeye başladılar. Bu durumu bir kaç farklı teori ile açıklamaya çalışıyor insanoğlu. Öncelikle eskinin daha kaliteli olduğundan ortaya çıkan tezler var. Eski evlerin daha sağlam, eski arabaların daha dayanıklı, eski insanların daha sağlıklı olduğundan bahsedilir hep. Belki öyledir. Belki de hep eskilerin sağlamlarını görürüz. Bin yıllık yapıları ayakta görünce tüm bin yıllık yapılara övgü dizeriz. Bir Süleymaniye ayakta iken o zamanlardan yapılan hangi ev ayaktadır. Klasikleşmiş bir otomobile övgüler dizerken aynı yıllarda üretilen araç çöplüğünde yok olan modelleri hatırlamayız bile.
Eski insanların kaçını hatırlarız? Büyük çoğunluğunun ismini bile duymamışızdır. Sağlam olan aktarıldığı için tüm eski sağlammış gibi gelebilir bize. Belki de, bilemiyoruz tabiki, eski daha sakattır. Arada çıkan sağlamlar göz boyuyordur. Belki de yaşlandıkça insan dünya görüşü öyle bir yere evrilir ki artık yeni denilen şey eski gelmeye başlar kişiye. Her yeninin altında beklemediği bir eskilik bulur. Yahut sürekli bir eksiklik bulur. Yenilenemeyen bir yeniyle karşı karşıya kalır. Ve insan eskimiş yenilere bir türlü alışamaz. Yenilerin eski gelmesini aşılamaya çalışsalar da aşı karşıtları kadar azımsanamayacak bir bilinçle karşı durmaya devam ediyorlar.
Belki de sağlam algısında değişiklikler olmuştur. Bunu kabullenmek istemiyordur insan. Kabullenemediği tarzda bir sağlamı sağlam kabul etmiyordur. Eskiden telefonun üzerinden tank geçtiğinde sağlam diye övünenler artık “ekrana dokunduğumda kırılmadı” noktasına geldiler. Hangisinin hangi imkan ve şerait çerçevesinde daha sağlam olduğu elbette ki tartışılır bir durumdur. Belki de eskiden tespit imkânlarının az olması kişinin hasta olduğunu bilmemesine yarıyordu. Cehalet mutluluktur, derken Avrupalı altında sağlam bir düşünce yapısıyla bunu söylemekteydi. Her klişe ne de olsa bir durum tespitidir. Hasta olduğunu bilmeyen hastayım demez. Hastayım demeyen ilaç kullanmaz. İlaç kullanmayan günlük işlerine devam eder. Böylece daha çok iş daha kısa zamanda yapılır. Daha sağlıklı ve daha verimli bireylerin sırrı budur belki de.
Belki de estetik kaygıları değişmez. Devir değişir, sanat değişir, insan değişir ama estetik kaygıları değişmez. Eski estetik geldikçe yeni güzelliğini kaybeder. Eskiye benzeyen estetik bulunmaya başlar. Aslında estetiğin merkezi eski kabul edildiği için, yeni otomatik olarak kabullenilmeyen konumuna düşer. Yine de kaygıların kaygan zeminlerde dolaşan fikirler olduğunu unutmayalım. Bazen sahibini kaydırır, bazen muhatap olduğu kişileri.
Belki de dünya eskisinden daha hızlı dönüyordur artık. Her şey alışılabilineceğinden daha çabuk değişiyordur. Her yeni, yeni sıfatını alabilmek için bu değişime ayak uydurmaya çalışıyordur. Eskinin yeni sıfatına ihtiyacı olmadığı için daha dengeli duruşu vardır. Yeni zannettiğimiz her şeyin bu kadar hızlı eskimesi belkide eskiye olan talebimizi artırmaktadır. Hz. Nuh(as) zamanından beri Nesr putuyla bize anlatılmaya çalışılan hızın esiri olmuşuzdur. Belki de gerçekten tarih tekerrürden ibarettir. Biz bu tekerrürün bir tekerlemesi olarak feveran etmekteyiz. Her dakikanın eskidiğini düşünürsek yeniye ulaşmak da oldukça zor olmalı.
İnsanı insan edemedikten sonra insanın şaire hak veresi geliyor:
“Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle kemiğimle nefret ettim.”
0 yorum