Abdurrahman Kıroğlu

Hayatımızın merkezine oturması gereken nezaket ve bilgelik dolu bir kelimenin, olumsuzluğu bertaraf etmeye çalışırken olumsuzluk yakasına yapışmış. Tam olarak olumsuzluklara gömülemese de dilinin inceliklerini kaybetmeye başlayan kişilerce kendi gömülmelerini göz ardı etmek için “hayır” kelimesini gömmeye çalışmışlar. Her nezaketin kendini bilmezlerce acizlik sayıldığı gibi bu zavallı kelime de ecdadın nezaket anlayışının bir göstergesidir.

Dilimizde bir şeyi reddetmek yahut olumsuzlamak için “yok” ya da “yo” ifadesi kullanılırken 17. yüzyıl metinlerinde buna “yok, hayır” şeklinde rastlamaya başlıyoruz. “Olmaz ama hayırlısı olsun” yahut “olmaması hayırlısı olsun” yahut “hayırlısı ise olmasın” yahut “olmamasını istiyorum ama hayırlıysa olsun” gibi anlamlar için tercih edilmiş.

Olumsuzluk ifade eden yok kelimesini telaffuz etmektense sözlerin bile kişiyi tüketmemesi adına “hayır” der olmuşlar. “Niyet hayır, akıbet hayır” vecizesindeki gibi söz hayır olsun, hâl hayır olsun demişler adeta. Eskiler sözün kişi üzerinde tesiri olduğuna inanırlardı. Hatta eski Araplar “şiir sihirdir” diyerek sözün hâl üzerine etkisini özetlemişler. Ayrıca dilimiz farklı nüanslar taşıyan benzer kelimeleri çok olan bir dildir. Bu incelik ayrı bir zenginlik kazandırmıştır dilimize. Hoş zaten eskiler tüketimden ziyade üretimi tercih ederdi. Yok etmek yerine tamire girişirlerdi. Yanlışları yok etmektense, hayır etmeyi tercih ederlerdi. 

Her nesnenin kıymetli olduğu zamanlarda en fazla kıymetin canlıya verilmesi de bu nedenle idi zaten. Bozuk paraların insanlardan daha zor harcandığı zamanlar gelmemişti. Bırakın insanı, dağda akan suyun bile tüketiminde belirli kurallar dikkate alınırdı. Yük taşıyan eşeklerin bile istihkakı ve tatil zamanı vardı. Daha istirahatsiz çok çalışmaya eşek gibi çalışmak denmemişti. Şimdilerdeki gibi en kolay harcanan insan ve şerefi değildi. Süper dükkânlar yerine merhametli yürekler vardı. Suları plastik zindanlara hapsetmemişti daha insanoğlu. Yüzde bin bilmem kaç kazanan mahalle marketleri de türememişti. Kapitalizmin öğretisiyle yok demekten kaçınmazlardı. Aksine kapitalizmi dize getiren bir hayır fikriyle yok kelimesinden kaçınırlardı.

Yalnız sanmayın herkes iyi, herkes mutlu, herkes huzurlu idi. Her dönem ve devirde olduğu gibi her zaman insan tüketmekten çekinmeyen insanlar vardı. Yalnız günümüzün aksine herkes insanı tüketilecek bir ürün olarak görmezdi. Günümüzde her alanın, insanı bir tüketim nesnesi olarak görmesi ne hazin bir durumdur. İnsan kazandıkları kadar değerli bir tüketim vasıtası olmuş. Aslında harcayabileceği kadar değerli bir tüketim nesnesi olmuş. Daha değerli bir tüketim nesnesi olabilmek için daha çok harcama potansiyeline sahip olmalı hissiyatına kapılmıştır. Bu harcamak değil yalnız önemli olan harcama potansiyeline sahip olmak arzusudur. Rütbeler biriktirmek, tükenmesi gerekenleri istif istif biriktirmek. Yani neredeyse fikirlere değil nesnelere değer verir olmaktır. Manayı önemsiz bir hale getirmektir bir zaman sonra. Mana aradan kalkınca nüansları önemsemez hale gelir insan. Nüanslar aradan çıkınca kelimeler önemini kaybeder. Hayırlara vesile olması için başlanan işler makamların altında kalınca vicdani sorumluluklar keyfi tercihlere dönüşür. O zaman hayır keyfi bir reddediş cümlesinden öteye geçemez. Ardında ötesinde bir anlam aranmaz, aranamaz. Zaten itibarını korumak için dilinden çok çabuk vazgeçmiyor mu insan? 

Bir zamanlar bir dil dersinde anlatmıştı bir hocam. Hikâye odur ki yirmili yaşlarında bir öğrenci dil eğitimini tamamlamak için yurt dışına gider. İki yıl kadar kaldığı ülkede başarılı ticari girişimleri de olur. İki yıl sonra hocasına ülkesine döneceğini ve onunla da görüşmek istediğini belirten bir mesaj çeker. Maksadı randevu alıp zamanı planlı kullanmaktır. Hocası vefalı görünen bu davranışa sevinir. Müsait bir zamanda, asıl görüşmelerinden önce, nezaket gereği nasıl olduğunu sorar, sevindiğini dile getirir ve dil eğitiminin nasıl gittiğini sorar. Farklı bir ülkede tüketimin bir parçası hâline gelip önemli başarılar elde eden genç çok iyi gittiğini hatta neredeyse ana dilini unutacak seviyeye geldiğini söyler. Bunun üzerine hocamız bir Anadolu irfanı göstererek yirmi yılda öğrendiği anadilini iki yılda unutuyorsa, iki yılda öğrendiği yabancı dili havaalanına gelmeden unutacağını söyler kendisine .

Müthiş karizmalar uğruna neler tükettiğimizin farkında mıyız? Tükenmesi gereken kaç nesneyi biriktirmeyi kendimize amaç edinmişiz? Biriktirmek! Ne zaman alıştık buna? Acaba çöle düşmeden önce İsrailoğulları biriktiriyor muydu? Çölde kendilerine hazır olarak ikram edilmeden bıldırcın eti ve helva, kaç gün saklama hayalleri kurdular olmayan yemeklerini? Mısır’da Firavun zulmündeyken açlıktan bitkin düştükleri kaç gün kendilerine nimet yağdıran Musa’nın Rabbine yaptıkları kadar pervasızlık yaptılar? Yahut Kızıldeniz’i istediğinde ikiye ayıran kuvveti nasıl alt edebileceklerini düşündüler? Peki bizim kendimizi bilmezliğimiz nereden güç alıyor acaba? 

O zaman,

 Yankılansın gönüller, çınlasın kulaklar, titresin bedenler tek bir cümle ile:

“Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. ” (Zuhruf 32)

Vesselam.

Kategoriler: Deneme

0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir