Zeynep Özcan

Yakıp yıkıp öyle gelmek. İnsan insanı yoldayken yani yaşama çabasındayken üstüne sinmiş yabancı bir buğunun kokusuyla  kabul eder mi hiç İbrâhim? İki mevsimin arasına sığınmışım hayatla, geçmişle bağını koparamamak insanın filketelenmiş bir iplikle yaşaması… Hani yaşamı düğümlemeden çözemezsin demişti birileri, ben okumuştum, sen dinlemiştin bir akşamüstü. Ben niye inandım buna? Niye boğazıma bıçak gibi dayandı bu cümle?

Göğüs kafesimin tam ortasında kördüğüm olmuş bir ağırlık var taşıyamıyorum. İbrâhim kaldır onu, n’olursun kaldır!

Anlatacak ne bir olay ne de bir durum hikayem var. Bu on beş metrekare asansör boşluğundan ışık sızan odamda oturuyorum öylece. Yutkunmak son zamanlarda öne çıkan eylemim oldu. Değerli birkaç şeyim vardı anlatacak ama işte bilirsin beni, elime yüzüme bulaştı… Yani zaten değerli olan şey nadir olmasıyla ilgilidir. Ben bir elin parmakları arasında gidip gelenleri hiç ettim. Aslında değerli şeylerin anlamı buydu ya, göğsümüzdeki ağırlığı kendilerine yük edinmeleri. Öyle bir yük ki bendeki İbrahim, senden başkası göremez. Çünkü ben göremediğim ve altında ezildiğim o düğüm düğüm olmuş yük yüzünden örseleyici bir çemberin etrafında durmadan dönüyorum. İşte böyle anlarda o düğümdeki karışmış iplerin bizi zamanın yuvasından bir iplik gibi nasıl söküp sürüklediğini anlıyorum. O zaman diyorum ki yaralarımız yaralarımıza denk aslında, tek fark kimimiz kabuk tutmuşuz, kimimiz hala kanıyoruz. 

Ben o kanda boğulana dek kanamaya and içmişim. Sanki babamdan miras kalmış bu kan, ama ben benim yaram sanıyorum. Ne kadar acizim değil mi İbrahim? Yaramı dahi bulamazken bambaşka bir günahta boğulmayı kendime layık görüyorum. 

Benim sancım neden sana az gelir İbrâhim

neden durmadan bana acizliğimi hatırlatıp

duruyorsun. Halbuki mücadelemiz eşitti

İbrâhim senin çıkmaya çalıştığın o ateşten

ben kendi ellerimle bir tane daha yaktım ama

kendimi mi yoksa babamı mı atsam

içine diye dönüp duruyorum etrafında. 

Kör topal bir ömür işte.

Uzun süredir düşünüyorum, acaba babalar hakkında konuşarak kabalık mı ediyorum. Sonra vazgeçiyorum bu düşüncemden. İncinin biraz. Çünkü yazmak beni o kadar yontacak ki sonunda Allah’ın önünde çırılçıplak kalıp sonra ona bakıp yutkunacağım öylece.

İbrâhim geçen gün evde otururken bir şey gördüm. Babam bazı ağrılar gibi bakıyor bana, zaten sonrasında bir daha asla göremedim. Hep baktım ama göremedim. Beni de sanki ona kılıf olayım diye uydurmuşlar. Dünya denen bu yaraya elim değdiğinden beri huzur bulamadım.  Ve madem ölüme bu denli yazgılıyız neden dünyayla sınanıyoruz. Sanki senelerdir babam annemin anlattığı bir masaldan ibaretmiş gibi bir his. Geçen gün bana ettiğin lafı hatırlar mısın bilmem, ama yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şey demiştin, ‘‘Yaralar doğuştandır, babadan geçer çocuğa, kimisi deşer, kimisi görmezden gelir. Deşme bırak kalsın öylece, benim çıktığım kuyuda kalsın.’’ Beni o kuyulara atın İbrâhim! Yoksa yaram gittikçe irin toplayacak, sonra Nietzsche’nin hatıralarından ibaret olacağım. İbrâhim bir gece üstünü zincirlerle kapatıp kilit vurduğunuz o kuyuya çilingir zoruyla  uğrayacağım, yalvarırım bahsetme  kimselere. Sadece gel, seyret ve sessiz ol. Herkes gibi… 

Kategoriler: Deneme

0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir