Elif Likoğlu

Teşekkürler… 

Hayatınıza girdiği andan itibaren sizi her zaman güdüleyen, hatta güdülemek yetmezse eli ile o da yetmezse dili ile o da yetmezse kalbi ile cesaretlendiren; pes edecek gibi olduğunuzda omuz veren, hayallerinize ortak olup hayata geçirmeniz için sizden çok heveslenen bir dost düşünün. Ona sahipseniz muhtemelen ortak bir arkadaşımız var demektir. O kim midir? Bunu söylersem hepinizi öldürmem gerekir çünkü kendisi çok İMTİYAZ SAHİBİ birisidir! 

Bismillah…

Dünya Hali

Kalem elimde düşünürken annem bir ipi diğer iple aynı kalınlıkta olsun diye çekiştirip duruyor. Ona takılıyor gözüm. Şöyle başlasam diyorum “annem örgü örerken bir ipi diğeri kadar ince olsun diye çekiştiriyor. Tıpkı insanların bizi bir kalıba sokmak için çekiştirip durması gibi”. Yazmak için gelmişim dünyaya, kamyon arkalarına yazmak için… 

Her şey dünyaya gönderilmemiz ile başladı. Evet arkadaşlar bütün sırrı bozdun dediğinizi duyar gibiyim. Ama durun, anlatayım. Bir sürgüne gönderildik, 1-0 yenik başladık ve üstelik deplasmandayız. İçimizde bir hasret var, bu dünyadaki hiçbir kavuşma kesmiyor bizi. Kalbimiz her gün vuslatı için atıyor, mitokondrilerimiz her gün buralardan gitmek için enerji üretiyor. Yemek yiyoruz tekrar acıkıyoruz, mutlu oluyoruz sonra üzülüyoruz, dinleniyoruz yeniden yoruluyoruz… Bu böyle, burası dünya.  

“Soğuk şeyler ısınır, ısınan soğur, ıslanan kurur, kavrulan nemlenir.” 

Bir eşik var, acı eşiği. Besmele çekip sağ ayak ile giriyorum o eşikten içeri. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak zaten hiçbir şey hiçbir zaman eskisi gibi olamaz. Ne diyor Herakleitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Bir yandan da Parmenides “Evrende hiçbir şey değişmez” diyor. Aman Parmenides ne dediğini kendi biliyor mu acaba! Sonuçta ağzı olan konuşuyor. Biraz da felsefe. Hayır hayır büyük büyük dedelerim filozof falan değil. Hele eniştem hiç değil. Ama kuzenimden bi şüphelenmiyor değilim. Neyse… Ne diyordum? Evet, eşik. İçeri girmiş bulunuyorum bir kere ve burada bir şey fark ediyorum. İçeride bir sürü acım beni alkışlıyor. Bir tanesi biraz bozuk, bana bakışlarından anlıyorum. “Bari beni sindiremeseydin” der gibi bakıyor. İçten içe gurur duyduğum acılarımın hepsi burada. Bunun böyle olmaması gerekmiyor muydu? Ah vah etmek buradan da yeni bi dram çıkarmak. Hayır, böyle olmadı. Benim bir misyonum vardı hayatta; acılara göğüs germek ve çaktırmamak. Başarmışım işte diyorum. Başarmanın haklı gururunu yaşıyorum. Tıpkı bir saat boyunca çamaşır suyuyla ovduğum tezgahın parlaklığına bakarken çaktırmadan elimi burnuma götürüp çamaşır suyunun kokusunu aldığımda yaşadığım mutluluk gibi. Bu eşikte acılarımı kokluyorum. Ben başardım, kimse görmedi ve mutluyum. 

Var olmanın dayanılmaz ağırlığı…

Herkesin en zor hayatı yaşadığından emin olduğu bu dünyada, en kötü günlerin de en mutlu günlerin de bittikten sonra bir anı olarak birbirinden çok farklı bir yer etmediğinden emin olmam için yaklaşık çeyrek asır yaşamam gerekti. Yani kârdayım. Bunu anlamamda etkili olan birçok şey yaşadım ki biri de şudur; en sevdiğim yemeği yedikten sonra da hiç yemem dediğim pırasayı yedikten sonra da hissettiğim şey tokluktu. O zaman dedim, bunu bu kadar dert etmeye değer mi? Evde sadece pırasa pişti diye tripler atıp aç gezdiğim o günler geldi aklıma. “Annem beni birazcık düşünse sadece pırasa pişirmez” diyip kendimi Filiz Akın gibi yataklara attığım anlar. Şu hayatta bayıldığım bir şey vardıysa, o da hayatı kendime zindan etmekti. İnsan bir anda pırasa yerken aydınlanmıyor tabi. Öncesinde düşünmekten kafanızın içinden yanık et kokuları geldiği oluyor. Keşke bir anda öylece koltukta otururken arkada “Eye Of The Tiger” çalsa ve dım dımdımdım dımdımdım dımdımdııım 🎶 eşliğinde “acı yok Rocky” deyip küllerimizden doğsak. 

Sen Rocky Balboa değilsin, dobarlan bıragma kendini…

Nöronlarımın bu kadar yarış içinde oluşu umarım sizi yormuyordur. Çağrışım mekanizmam beni bile bazen yorarken affınıza sığınıyorum. Pırasadan sonra Rocky olmadığımı fark etmem, küllerinden doğmak, Zümrüd-ü Anka kuşu ve bu şarkı; 

“Bir Anka kuşu gibi anne,

Kendimi külümden yarattım.

Geceler tanır beni; konarım göçerim ben.

Geceler tanır beni; kan damlar içerim ben.”

Hayatta öğrendiğim bir şey daha varsa, o da beylik laflar etmemem gerektiğidir. O yüzden bitirirken şunu söylemek istiyorum. Bu yolda, yürümeyi yeni öğrenen ceylan yavrusu gibi ayaklarım titreye titreye yürürken, size “yalnız olmadığınızı hissettirmek için buradayım” diyemem. Çünkü işin aslı ben yalnız olmadığımı hissetmek için buradayım. Umarım yalnız değilimdir. Kendi eliyle sırtına pıt pıt yapıp “GEÇECEK” diyen kimse var mı?

Kategoriler: Deneme

0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir