Esra Göktepe
Üniversiteyi kazanıp kayıt yaptırmaya gittiğimde Eğitim Fakültesi tabelasının önünde durdum. Uzun uzadıya seyrettim kelimeleri. Seyrediyordum seyretmesine ama en sevdiğim şeyi yapıyordum yine. İçten içe kendimle konuşmak, farkındalığımı yoklamak.
Eğitim sevdalısı bir anne babanın kızı olarak büyüdüm. Şimdi ise bu sorumluluğun 19 yaşındaki bir kızın omuzlarına yüklenme anının şahidiydim. Ömür boyu sürecek bir sürecin meşalesini zaten kendi içimde yakmıştım belki ama başkaları için mum olmayı, eridikçe etrafa ışık vermeyi tam manasıyla öğrenmeliydim. Kendi tekâmül yolculuğumu başlatalı çok olmamışken, başkalarının bu yolculuğuna omuz verebilecek miydim? Zevkli ama bir o kadar da ağır bir sorumluluğun altına, kalben girebilecek miydim? Yaşam boyu öğrenme ve öğretme maratonunu kendim için başlatmıştım ama hiç tanımadığım, ilahi bir bağla bir araya geleceğim kişilere de uygulatabilecek miydim? Yaşayarak görecektim.
Öğretmenlikten mezun olduktan sonraki altı aylık dönemde atanamadım. Sabrı, duayı, tevekkülü kendime arkadaş eyledim. “Rabbim sevdiği kuluna önce kaybettirir sonra buldururmuş.” telkin ve teskinleriyle Rabbime nazlanarak dualar ettim. Dualarım kabul oldu.
23 yaşında gencecik bir öğretmen olarak atandım Muş’un tatlı bir köyüne. Etrafımda pervane öğrenciler, görev arkadaşlarımla köyde bir lojman hayatı, mahrumiyet bölgesine atanmam, hiç görmediğim bir soğuğu burada hissetmem… Sanki hepsi benim tüm ilgimi buraya vermem için biraraya gelmiş sebeplerdi. Beni okuluma yerleştirdikten sonra ailemle vedalaşırken babamın ağzından şu cümleler dökülmüştü yüreğime:
“Esra kızım, nice okullarda görev yapacaksın Allah’ın izniyle. Ama senin için öğretmenliğin tam manası burası. Burayı unutamayacaksın! Bekarsın ve köy öğretmenisin. Tüm ilgin, alakan bu çocukların üzerinde olacak, ilgini dağıtacak hiçbir bahanen olmayacak. Bu yavrulara matematiğin yanında hakkı, doğruyu öğret. Saygıyı, koşulsuz sevmeyi, Allah için sevmeyi öğret. Eğit bu temiz emanetleri yavrum! Her güzelliğin canlı sergisi ol onlara. Hakkın vergisi kabiliyetlerinle onların kalplerini çal. Gelecek nesil avuçlarının içine konan bir altın misali kızım, sana cenneti de aralayabilir seni bedbaht da edebilir. Bunları düşünerek mesleğine sarıl. Sen peygamber mesleğine talip oldun. Ayağına batan dikenleri de gül bilerek, yoluna dosdoğru devam edeceksin. Dualarımız ve desteklerimiz seninle.”
Devam etti o her biri başlı başına kitap olacak kelimelerine:
“Sadece sen değil, onlar da sana çok şey öğretecek, seni farkında olmadan yumuşakça eğitecek. Küçük sanma sakın sen onları. Yeri gelecek büyükten de büyük dersler verecekler sana. Sen kendini çocuk kalbinin masumiyetine bırak, gör bak nice güzellikler ruhunu sarmalayacak.”
Büyük bir iştah ve kemal-i şevkle başladım mesleğime. Öğrencilerimi çok seviyor, sevdikçe tesir ediyordum yüreklerine, ruhlarına. Maddi manevi ne veriyorsam onlara bin olarak bana geri dönüyordu. Neler neler öğrettim ve onun bin katı neler neler öğrendim.
Çok başarılı bir öğrencimin sınav kağıdında matematik düzeyinin çok altında bir soruyu boş bıraktığını görünce yanıma çağırdım. Diyar, dedim, bu soruyu görmedin sanırım, boş kalmış, hemen yap getir, kabul edeceğim. Ne dedi biliyor musunuz?
“Hocam, sınav esnasında silgim yere düştü. Onu almaya çalışırken yanlışlıkla arkadaşımın cevabını gördüm. Soruyu bilmeme rağmen içime sinmedi cevaplamak. Ya oradan görüp cevaba bu şekilde yönlendiysem diye.”
Gayriihtiyari alnından öpüverdim daha 5. Sınıftaki bu yavrumun. Senin bana verdiğin bu dürüstlük dersini ciltlerle kitap okusam, onlarca üniversite bitirsem alamazdım Diyar, dedim. Sana helal olsun.
Böylesi yavruların güzel yerlere gelmesini tüm zerrelerimle istedim. Kibirden arınmış doktorlar, hakimler, savcılar; görev aşkıyla yanıp tutuşmuş öğretmenler, vatanına, insanlığa faydası olacak üretimler yapan mühendisler, ahlak abidesi esnaflar, sporcular, işleyen marangozlar, terziler… Hangi işte kabiliyetleri varsa o yolda büyüyen, yürüyen, çürüyen evlatlar olsunlar, diye dualar ettim.
Neler öğrettim ama neler neler öğrendim onlardan… Bir sevince, yüz sevileceğimi, bir baş okşayınca, yıldızlardan daha parıltılı olan o bakışlarını, bir gülümseyince, meftun ve tiryak olduklarını, bir ağlayınca, sorgusuz benimle ağlayacaklarını, bir özürle, kalplerinde dargınlığın, kırgınlığın, kinin esamesinin kalmadığını… Kalbim acıdığında, onların kalplerinin de paramparça olduğunu gördüğümde ise bu mesleğin beni her şeyden çok eğittiğini anladım. Hâlbuki ben onları eğitmeye gelmiştim. Kendimi onların sevgi dünyasında iyileşirken, eğitilirken buldum. Buldum amma…
Tek bir şeyin dersini alamadım onlardan. Ölümün soğuk yüzünün… Yüreğimden parçalar koparan, çocuğumun ismine kadar etki edecek, o hatırlamak istemediğim günün. İbrahim öğrencimi kendi ellerimizle kara toprağa verdiğimiz günün…
Hayatımın en zor sınavlarından birini bu meslekle yaşadım. Yine onların sevgisiyle iyileştim belki ama ölümün soğuk yüzünü içime öğretemedim. İsyan etmedim. Rabbimin takdirine boyun eğdim. Yine onun rahmetine sığındım ama yine de kendimi bu konuda tam manasıyla eğitemedim.
Söylesene baba, “Burayı unutamayacaksın!” derken böyle bir yangının içine düşeceğimi hissettin de mi söyledin? Her açıdan eğitmeye çalıştım da kendimi, ölümde tıkandım. Onu da sen öğrettin bana. Tevekkülü ve sabrı kol kola geçirip, yüreğime soktuğun anda. Sen has bir eğitimcisin, hatta nahif bir bilgesin, canım babam…
0 yorum