Hazal Keser
Günün hareketli bir saatinde, kalabalık bir caddede, kenarda durup insanları seyretmek gibi garip bir zevkim var. Telaşla bir yerlere koşturan insanlara bakar, kafamda hikayelerini kurarım. Bazen buna benim hayatım da eklenir. Kaçınılmazdır hatta bu. Hayatımda olup bitenler önden önden gidiyor da ben arkasından koşar adım yetişmeye çalışıyormuşum gibi hissettiğimde özellikle. Bazen nefesim yetmiyor, durup soluklanayım derken o akmaya devam ediyor. Yetişemiyorum. Kaçırıyorum her şeyi. Hayatım beni beklemiyor gibi, bensiz de olurmuş gibi… Bazen durup kenardan izliyorum. Ancak seyircisi olabiliyorum. Müdahale hakkım yok. Herkes gibi onun da acelesi var, onun da vakti yok. Zira, sermayesi her an eriyip tükenmekte olan bir buz satıcısından farkımız yok. Telaşımız bundan.
Sevgili dost, senin telaşın neden?
Yola çıkamayışın sancısı mı bu? Yoksa yolda kalmışlığın burukluğu mu? Varmaktan bahsetmiyorum bile zaten. Çünkü biliyorum, bizim derdimiz yol. Senin derdin? Senin derdini bilmiyorum.
Vaktini güneşe ve namaza göre ayarlama lüksüne sahip olamamanın öfkesi belki içimizdeki. Öfke demeyelim de, hüzün. Belki kıskançlık. Buldum buldum, hasret! Hayatım bir şeylere hasret kalmakla, özlemekle ve bunun sancısını çekmekle geçiyor gibi hissediyorum. O kadar çok özlüyorum ki, tepeden tırnağa hasret kaplıyor içimi. Başka bir şeye yer kalmıyor. Sürekli gözümün önünde duran gökyüzünü özlüyorum mesela. Her gün baktığım denizi özlediğim çok oluyor. Yürümeyi özlüyorum, bazen de durmayı. Nefes almaya, içime huzur çekmeye hasret kaldığım oluyor.
Surat asmanın hakkımız olduğuna bizi ikna eden İsmet Özel’e de biraz kırgınım, hayatla kavgamıza bir mesele daha eklediği için.
Üzerimde ikindi vakti uyumuşluk mahmurluğu hep. O suçluluk, o sağlıksız hâl.
Boyun ağrıları, bel ağrıları.
Yataktan dayak yemiş gibi kalkmanın 24 saate yayılması…
Fakat bir yandan da biliyoruz ki bize ümitsizlik yasak. Bizim ümitsizliğe düşme lüksümüz yok çünkü yer gök umut bize. Bakmayı becerebildiğimizde! Her şeye rağmen güneş her sabah kızıl izlerine sakladığı umutlarımızla yeniden doğuyor. Gökyüzüne bakıp nefeslenmek için görsel bir şölen ve kocaman bir fırsat veriyor bize. Tevbe kapısının ardına kadar açık olduğu tazecik bir gün daha. “Hani şu erteleyip durduğun bir iş vardı ya, işte onu bugün yap!” diye kucak açıyor bana. “Aramadığın dostunu ara, hatta yanına git, gözlerine bak.” diyor. “Sarıl sıkı sıkı. Somut ve soyut tüm maskelerden arınıp samimiyete sığın, ruhunun çiçek açmaması için hiçbir sebep yok.” diyor. Zaten dostlarımız bugün için değil mi? Ah, dostlarımı çok özledim!
Her sabah güneş diyor ki: “Kardan aydınlığı bekleyen ahir zaman gencinin susamışlığıyla aç gözlerini güne. Yere ve göğe bak kana kana. İmkanın varsa bir çocuğun kahkahasından nasiplen, gözlerindeki ışıkla umudunu tazele. Geçmişi hatırla. Hatıralara saklamak zorunda kaldığın, avuçlarından kayıp gittiğinin farkında bile olmayacak kadar yaşama sarhoşu olduğun çocukluğunu…” İçine düştüğün en büyük hüzün, akşam ezanının oyununu bitirecek olmasıdır hani. Eve gidip eller ayaklar yıkanır, ama illet bir virüsün kıldığı zorunluluk değildir bu. Ailecek sofraya oturmak marifetten sayılmaz; edebiyatı yapılmaz, gösteriye dönüşmez sosyal medyada. Rutin budur. Dümdüz, pürüzsüz yapılır. Sonra uyumak… Uyumanın bir mesele olmadığı zamanların kıymetini nasıl bilemedik! O tatlı yorgunlukla, başını yastığa koymaktan gayrı çabaya gerek kalmayan o muhteşem uykular… Sevgili dost, ben galiba çocukluğumu çok özledim.
0 yorum