Efe İdris Arslan

Hava aniden soğumuştu. Ali üşüyen ellerini ovuşturdu. Elindeki dergiyi burup ceketinin iç cebine koydu, sonra da fermuarını çekti. Adımlarını hızlandırdı. Yorgundu, biraz da dalgın. Okul çıkışı otobüse atlayıp hemen ilçeye gelmişti. Aklından hiç eksik olmayan şiirler yine oradaydı. Gün boyu şiirler dönüp dururdu kafasında, bazen dilinin ucuna gelir bazense kulaklarında yankılanırdı. Şiirleri birbirine katıp yeni şiirler yarattığı da olurdu, şairleri karıştırıp yeni şairler yarattığı da. 

Şimdilerde bir huzur evi olarak kullanılan ahşap köşkün önünde durdu. Bir süre köşkü ve bahçesini seyretti. Köşk yapılan tadilatlara rağmen eskiliğini koruyordu. Köşkün önündeki masalar da hala seneler önceki gibiydi. Hiç değişmemişti. Bir masanın neyi değişebilirdi ki zaten. Bahçe kapısını yıllardır değişmeyen gıcırtısı eşliğinde açtı ve içeri girdi. Soğuk havaya rağmen birkaç yaşlı dayı masalarda koyu bir siyasi sohbet içindeydi. Ali elini kaldırıp selam verdi. Dayılardan biri başını sallayarak selamı aldı ve konuşmaya devam etti. Ali köşkten içeri girdi. İçerisi sıcak ve sessizdi. Bu saatlerde yaşlı teyzeler üst katta dedikodunun dibine vurur, amcalar kendilerine bir konu bulur ve balkonlarda sohbete dalar, çalışanlar da yemeğe çıkardı. Alt katta ise tek tük insan olurdu. Sağdaki odaya girdi. Raflardan bir mangala tahtası aldı. Tahtadaki taşlar şıkırdadı. Taşların şıkırdayışı içinde bir şeylere dokunmuştu. Derin bir nefes aldı, önündeki masaya kapıya bakacak şekilde oturdu. Gözleri onu arıyordu. O kızı. Onunla beş sene önce sıcak mevsimde tanışmıştı. Sıcak mevsim, mevsimin gerçek adını kullanmazdı. Çünkü o kız sıcak mevsimde gelir ve giderdi. Mevsimin gerçek adını duymak bile onun içindeki bitmez tükenmez yangınlara bir yenisini eklerdi. Buraya ortaokul yıllarında yaşlılara satranç oynamayı öğretmek için bir etkinlik aracılığıyla gelmişti. O ise yaşlılara resim çalışmaları yaptırmak için. Onu ilk gördüğü an aklı şaşmıştı. Bir süre sonra tanışmış ve mangala oynamaya başlamışlardı. Artık her gün mangala oynuyorlardı. Sıkılmadan, usanmadan… Bir gün gelmeyi bıraktı. Sonradan öğrendi onun yalnızca sıcak mevsim için geldiğini.

Ertesi yazı bekledi. Bekleyişleri meyvesini vermişti. Ama bu sefer onu yalnız birkaç gün için görebildi. Ona onu sevdiğini söyleyememişti bile. Ertesi sene gelmedi. Sonraki sene de. Onu yıllarca bekledi. Onu içinde küçük bir çocuk gibi büyüttü. Geçen sene onun yine geldiğini öğrendi. Yeterince zaman kaybetmişti. Aynı hatayı yine yapmayacaktı. Kızın karşısına çıktı. Ufak bir merhabalaşmadan sonra tereddütsüz söyledi. Seni seviyorum! O ise aynı hislere sahip değildi. O günden sonra onu bir daha görmedi. Görmeye ihtiyacı kalmış mıydı zaten? Artık içinde ondan bir tane daha vardı. Yıllarını onunla geçirdi. Fakat insanoğlu… Unutmak adında var. Yüzünü unuttukça o kızın, içinde büyüttüğü çocuğu da yitip gitmişti. Bu durum içindeki özlem kat sayısını arttırmıştı. Bir ara kendinden geçip işi deliliğe bile vurmuştu da son anda sıyrılmıştı işin içinden. Ne yapsaydı bilemiyordu, o kadar çaresiz hissediyordu ki.

İnsanlar genelde birini özlerken bir yere baktığında onunla geçirdiği anları hatırlardı. Oysa o bir yere baktığında onu düşündüğü anları hatırlıyordu. Çünkü hatırlayacak kadar bile anıya sahip değildi. Bazen onu gördüğünde bunu ona anlattığını hayal ederdi; “Bak bu bankta da seni düşünmüştüm. Şu çay ocağında, şu ağacın altında da çok özlemiştim seni.” Onunla bir arada olduğu nadide anılarsa bu mangala tahtasını içinde sıkışıp kalmıştı. Mangala taşlarını kuyulara dağıtmaya başladı. Şu taşlardan bir avuç dolusu atsaydı ağzına nefessiz kalıp ölseydi ne hoş bir ölüm olurdu. Acaba konuşmaya güç yetiremediği büyük sözlerini mi yutamayıp ölmeliydi? Evet, evet bunu yapabilirdi. Şöyle bir yutkundu. Kelimeleri zor da olsa boğazından geçip gitmişti. Olmamıştı. Neye üzülseydi şimdi başarısız girişimine mi, sözlerinin yeterince büyük olmayışına mı, yoksa o kızın burada olmayışına mı? Ne merhametli kızdı o kız. Bir keresinde kolundaki ufak çizikleri görüp sormuştu. Bu soru ona dünyaları bahşetmişti. O zaman içinden kollarına façalar atıp gezmek gelmişti ama sahtekarlık ona göre değildi.

Bugün o kızın doğum günüydü o yüzden buraya gelmek istemişti. Şimdi şu kapıdan içeriye girseydi. Bu kırık dökük köşk bir anda restore olmaz mıydı? Anılar canlanıp önünde bağdaş kurup oturmaz mıydı? Peki o ne yapardı. Onu görmeyi çok istiyordu fakat görse ne yapabilirdi? O an ölebilir miydi mesela? Ölemezdi güzel kız üzülürdü. Bağırabilir miydi ‘’Seni seviyorum’’ diye? Bağıramazdı, güzel kız korkardı. Geçse karşısına doğum günün kutlu olsun dese olur muydu? Burup montunun iç cebine koyduğu Bilim Çocuk Dergisini çıkardı masanın üstüne koydu. Onu gelirken bir marketten almıştı. Güzel kız bu tür şeyler okumayı çok severdi. Gelirken veremeyecek olsa da ona bir şey almak istemişti. O bilmese de ona dair çok şey biliyordu. Mesela o tatlı gıcıklığının altında insanlara olan sevgisinin yattığını. Odasındaki aynada ‘‘Twilight’’ filminin posterinin olduğunu. Yaşıtı kızlar gibi pop müzik sevdiğini, iki gözü, iki kulağı, bir minik burnu, küçük elleri olduğunu biliyordu. Sanırım düşündüğü kadar fazla şey bilmiyordu. Yine yanılmıştı. Bugün yanılmanın o buruk tadını ikinci kez alıyordu. Kafasında dönüp duran düşünceler dikkatini dağıtsa da mangala taşlarını dizmeyi bitirmişti. Taşlara özlem dolu gözlerle baktı derin bir iç çekti. Kafasındaki düşünceler anılarla bir araya gelip çekilmez ve düzensiz bir hal almıştı. ‘‘Seni seviyorum. Git ben senin gidişlerini de çok seviyorum. Ölüyorum! Sahi ne ki ölmek. Ölmek sensizlik sadece. Tuzsuz kalmak ölmek.  Ölebilir insan durup dururken. Ölmeli mi?”

Bu anılar mahzeninde biraz daha kalırsa kafayı yiyecekti. Masadakileri olduğu gibi bırakıp koşarak köşkten çıktı. Zihni kafasının içine sığamıyordu artık. Bir anda neler olmuştu da bu hale gelmişti. Koşmayı bıraktı. Çaresizlik onu düşünmeye zorluyordu. Fakat ne kadar düşünürse düşünsün bir çözüm bulamıyordu. Ne onunla kalabiliyordu ne de onsuz peşinden koşmaya yetecek cesareti de yoktu. Ölmek o kadar cazip geliyordu ki ona zaten kalbinde kendine yetecek kadar yer de kalmamıştı hepsini onunla doldurmuştu. Şimdi büyük bir seçim yapmak zorundaydı; ya o ölecekti ya da onu öldürecekti. Fakat bu öyle anlamsız bir seçimdi ki iki durumda da ölen kendisi olacaktı.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir