Hüdâbin
Kara Sinek durmadan yükseliyor yükseliyordu. Yükseldikçe daha da yükseliyordu. “Az kaldı mavi gözlü yâr, sana kavuşmama az kaldı!” diyordu kendi kendine. Ardından şunları ilave ediyordu; “Biraz daha gayret kanatlarım! Hadi biraz daha gayret.” Diyordu demesine de yükseldikçe gökyüzü adeta ondan uzaklaşıyordu. Bunu fark edince mahzun mahzun “Neden benden uzaklaşıyorsun ey mavi gözlü yâr! Sana olan sevdamı hasretimi görmüyor musun ki kaçıyorsun benden?” diyordu. “Gitme benden, kaçma. Kaçma ki kavuşayım sana. Aç kollarını sevgili!.. Aç kollarını da geleyim sana. Bağrına bas bu garip aşığını. Ben aşık sen ki maşuğumsun benim aç kollarını da tez kavuşayım sana…” Bir bülbül misali gülüne kavuşmak istiyordu o da. Ona şiirler nağmeler diziyordu kendince. “Ah! Bir kavuşsam sana.” diyordu. “İşte o zaman gör sen beni. Bülbülleri bile geçerim ben. Öyle şiirler öyle nağmeler dizerim ki sana ne kulaklar işitmiş ne diller söylemiş, öyle türküler öyle ağıtlar yakarım ki o zaman sen bile ağlarsın halime! Senden uzakta geçirdiğim günleri, yokluğunda çektiğim acıları, döktüğüm gözyaşlarını anlatırım sana. Sanma ki sitem ederim sana, sanma ki yolunda çektiklerimden şikayetçiyim. Hayır, hayır! Yârimden de hoşum yaramdan da. Değil mi ki gülümsün sen benim o zaman batan her bir dikenin cennet şarabıdır bana!” Bunları söyleye söyleye yükselmeye devam ediyordu Kara Sinek. Kanatları epey yorulmuştu. Zira dakikalardır kanat çırpıyordu durmadan. Bir yerde durup soluklansa aslında fena olmazdı. Lâkin nerede duracaktı ki? Bir boşlukta kanat çırpıyordu. Üzerinde durup dinleneceği hiç bir yer yoktu. O yüzden çaresizce kanat çırpmaya devam etti. Bir ara hiç mecali kalmamış olacak ki küçük kanatçıklarını oynatamaz hâle geldi. Aşağıya doğru bir anda süzülüverdi. Ama çok geçmeden kendisini toparladı ve kanatlarını yeniden çırptı. Yavaş yavaş tekrar yükseldi. Gökyüzüne baktı, hâlâ aynı uzaklıktaydı. Hiç yol almamış gibiydi sanki. Bilmediği bir yolun yolcusu olduğunun farkındaydı. Hem de geri dönüşü olmayan bir yolun. Çaresizce kanat çırpmaya devam ediyordu. Zaten tek yapabildiği buydu. Dakikalar sonra artık kanatlarında hiç mecal kalmamıştı. Üstelik hiç mesafe de kat etmemiş yerinde sayıyordu sanki.
Tükenmişlik…
Yorgunluk…
Bitkinlik…
Hayal kırıklığı…
“Geri mi dönsem?” diye düşündü. Zira artık biliyordu ki istese de daha fazla ilerleyemezdi. Ama nasıl dönecekti? Yerden çok ama çok yüksekteydi. “Buraya kadar sanırım. Artık her şey bitti. Mavi gözlü yârime kavuşamadan ölüp gideceğim maalesef.” dedi gözleri yaşlı. Yolun sonuna geldiğini düşünen Kara Sinek gözlerini kapattı ve kendisini boşluğa bıraktı. Mavi gözlü yârinin kolları yerine ölümün kollarına doğru süzülüyor olmanın acısını ta en derinden hisseden Kara Sinek’in küçücük bedeni kâh sağa kâh sola savruluyordu. Rüzgâr onu şefkatli bir anne edasıyla oradan oraya savuruyordu adeta. Bu durum ne kadar sürdü o da bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da ona emanet verilen şu hayatı boşa harcamış ve heba etmişti. Şimdi de ölüme doğru gidiyordu. Artık her şey bitmişti. Bir müddet sonra bir şeye çarptı. Bir şeyler onu yutar gibi oldu sanki. Kendinden geçti. Dakikalar sonra kendine geldiğinde korkarak gözlerini açtı. Aman Allah’ım! O da ne? Her yer masmaviydi. Yoksa! Yoksa mavi gözlü yârinin kollarında mıydı? Sallanıp durduğunu farkedince su üstünde sırt üstü olduğunu anladı. Ölmemişti. Hâlâ yaşıyordu. Bitap düşen bedenine söz geçiremiyordu lâkin yaşıyordu, nefes alıyordu. Etrafını süzüp gerçekten gökyüzünde olup olmadığını anlamaya çalıştı. Dikkatli bakınca mavi bir su bidonunun içinde olduğunun idrakine vardı. Demek mavi gözlü yârinin kollarında değildi. Evet mavi bir su bidonunun içine düşmüştü. Peki şimdi ne olacaktı? Gökyüzü boşluğundan kurtulmuştu lâkin bu defa da başka bir çıkmaza rast gelmişti. Peki buradan nasıl kurtulacaktı? Suda boğulacak mıydı birazdan?
Gökyüzü boşluğundan onu kurtaran o gizli el acaba burada da imdadına yetişecek miydi? Hiç bilmiyordu. Hayata müştak olan her canlı gibi buradan kurtulmaya çalıştı ve durmadan çırpındı. Bir yandan çırpınıyor bir yandan da hacaletli (utanan) yüzüyle ve tüm benliğiyle Rabbine yönelerek şunları söylüyordu: “Ey bu yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahım!” diye yalvarıyordu. Biliyordu ki onu duyan, onu gören, onu seven, ona değer veren yalnızca O’ydu. Onun ne vaziyette olduğunun farkında olan da yalnızca O’ydu ve yine O’nun ne kadar merhametli ve şefkatli olduğunu da gayet iyi biliyordu. Bilge Sinek yaptığı sohbetlerde her zaman anlatmıştı Allah’ın sonsuz merhametini ve şefkatini, aynı zamanda dualara icabet edenin de yalnızca O olduğunu. “Dua edin, icabet edeyim.” Ayetinin bunun en büyük ispatı olduğunu ve daha birçok şeyi söylemişti. Kara Sinek şimdi tüm benliğiyle O’na yönelmiş ve yalnızca O’ndan yardım diliyordu. “Ey Rabbi Rahimim! Ey Halık-ı Kerimim! Medet! Ben kendime yazık ettim. Bana verdiğin saatleri, dakikaları, saniyeleri senin yolunda harcayacağıma başka şeylerin peşinde koşturdum. Bütün bütün zâyi ettim ömrümü. Ne olur Allahım! Beni affet ve bana bir şans daha ver. Beni buradan kurtar. Kurtar ki senin varlık ve birliğini her yere ilan etme yolunda tüketeyim kalan ömrümü. Senin dest-i kudretinden çıkan şu bedenimi senin yolunda çalıştırayım, Mektubat-ı Subhanî olduğum cihetle zarfımda yazılan mektubumun satırlarını görmeye ve okumaya çalışanlara okutayım.” Kara Sinek bu dualarla suda çırpınıyor kurtulmaya çalışıyordu. Ancak çırpındıkça suya daha çok batıyordu. Mecali kalmamıştı lâkin umudunu da yitirmemişti. “Dua edin icabet edeyim.” diyen Zat, hiç pişmanlık duyup af dileyen kulunu yalnız bırakır mıydı? Vazgeçer miydi ondan? Kendisine yönelene sırtını döner miydi? Dönmezdi elbet… Kara Sinek’in de mecal kalmamıştı. Artık kıpırdayamaz oldu. Her şey bitti sandı bir ara. Suda kıpırtısız öylece duruyorken birden garip bir şey oldu. Yukarıdan kendisine uzunca bir çubuk uzatıldığını fark etti. Hemen çubuğa doğru yönelmeye yeltendi. Üstüne tırmanmaya çalıştı ama o kadar çırpınmıştı ki mecal kalmamıştı onda. Uğraşıyordu ancak olmuyordu. Yapamıyordu. Islak kanatçıkları adeta suya yapışmıştı. Çubuk birden yukarı doğru çekildi. Kara Sinek kurtulma şansını tamamen yitirmiş olduğunu anladı. Artık yapacak bir şey yoktu. Ölecekti birazdan. İçinden şunları geçiriyordu: “Galiba gerçekten bu sefer bitti. Rabbim bana bir şans verdi kurtulmam için ama ben yapamadım, tutunamadım.” Kara Sinek bu düşünceler içindeyken birden sarsılmaya başladı. Olanları anlamaya çalışırken suyun içinde durmadan oraya buraya savruluyor suyun içine gömülüp çıkıyordu. Az sonra kendisini dışarıda buldu. Bidonun ters çevrilmesiyle sular dışarı akmış bu sayede Kara Sinek de sularla beraber dışarıya sürüklenmişti. Dışarıdaydı ve yaşıyordu. Duaları karşılık bulmuştu. Kara Sinek bu durum karşısında suspus olmuş, gözleri dolu doluydu. Derin nefes alıp vererek kendisine gelmeye çalıştı. O sırada aniden şefkâtli bir elin avucunda buldu kendisini. Kocaman yeşil gözlerle tebessüm ederek ona bakan bir insandı bu elin sahibi. Onu alıp güneş gören bir yere bıraktı. Güneşin sıcaklığı vurunca kanatlarına, yüzüne, bedenine işte o zaman can buldu. Artık daha iyi hissediyordu kendisini. Bu olanlar karşısında Kara Sinek bir yandan çok mutluydu, bir yandan da Rabbine ettiği kusurdan dolayı mahcuptu. Zira asıl sevmeye layık olan yalnız O’ydu. Fakat o sevgisini başka başka nazarlara çevirmişti, başka sevmeklerin peşinde koşturmuştu. Ne yazık ki az daha o yanlış sevmeklerde boğulacaktı. Hatasını anlamış olan Kara Sinek yalnızca ağlıyordu şimdi ve tüm benliğiyle Rabbine yönelip O’ndan af diliyor ve kendisini kurtardığı için şükrediyordu.
“İnşallah!” diyordu. “İnşallah Rabbim! Bundan sonra beni hep sana şükredenlerden ve yalnızca sana ibadet edenlerden bulacaksın.”
-BİTTİ-
0 yorum