Efe İdris Arslan

-Abi açma ne kadar?

-5 lira.

-İki tane sade verir misin?

-Tabi, buyur. 

-Kolay gelsin. 

Mehmet deniz kenarında sessiz bir yerdeki banka oturup martı ve gemi sesleri eşliğinde aldığı açmaları yemeye koyuldu. Ne kahvaltıydı ama! Şaka bir yana açmaların tadı gerçekten güzeldi, hep bu fırından alırdı artık. Ne de olsa önümüzdeki bir hafta boyunca buradaydı. Derken Mehmet’in bu düşüncelerini on beş, on altılı yaşlarda iki gencin boş muhabbeti böldü.

-Kanka sen de önüne gelene âşık oluyorsun.

-Hoş kız ama, kabul et! 

-Geçenkine de öyle demiştin.

Sesler uzaklaşırken Mehmet yine düşüncelere dalmıştı. Bize aşk diye yutturulan birkaç kuru sözdü, bir bardak su eşliğinde. Oysa aşk öyle yudum yudum yumuşak bir şekilde değil de büyük bir parça yutulmuş kuru ekmek gibi boğazı yırtarak geçerdi. Hem öyle herkesin seveceği bir tadı da yoktu yalnız ağzının tadını bilenler varabilirdi zevkine. Ağzının tadı demişken açma öyle kuru kuruya gitmezdi. Şansa bir seyyar çaycı oradan geçiyordu. Biraz ötedeki çaycı abiye:

-Abi bir bardak çay verir misin, diye seslendi.

Çaycı önce yanına yaklaştı, karton bardağa çayı doldurdu ve Mehmet’e uzattı.

Mehmet çayı aldı, parasını ödedi. Çaycı abiye kolay gelsin dedikten sonra çaydan küçük bir yudum aldı ve bardağı bankın üzerine düzgünce yerleştirdi. Açmadan kocaman bir ısırık aldı, ne de olsa artık çayı da vardı.

-Hapşu!

-Çok yaşayın! 

Mehmet’in yanından geçerken hapşıran kadına çok yaşayın demesi kadını şaşırtmıştı, aynı zamanda mutlu da etmişti. 

-Teşekkür ederim, hep beraber.

Mehmet küçükken annesi böyle şeylere alışması için, ‘‘Fil niye ölmüş?’’ diye sorardı Mehmet’e. Mehmet; ’’Neden ölmüş?’’ diye sorduğunda da ‘’Çok yaşa demedikleri için!’’ cevabını verirmiş.  Burada kastedilen file çok yaşa demedikleri için ölmeyi Mehmet çocukluk aklı ile hapşırınca çok yaşa denmeyen her bir kişi için Afrika’da bir filin öldüğünü zannederdi. Bu yüzden tanısın tanımasın kimseden çok yaşalarını esirgemezdi, büyüyünce de bu alışkanlığına devam etti.

Bugün deniz sakindi. Birkaç balıkçı yandaki iskelede balık tutuyordu. Güneş yeni yeni etkisini göstermeye başlamıştı. Mehmet kahvaltısını yaparken bir yandan da iskelede balık tutanları izliyordu. On, on bir denemeden sonra tecrübeli olduğu belli olan ellili yaşlardaki amca bir istavrit yakaladı. Çok geçmeden yanındaki kırklı yaşlardaki abla da bir tane yakaladı. Amca bir tane daha yakaladı. Seyretmek neredeyse tutmak kadar zevkli gelmeye başlamıştı. Konuşmaları az da olsa duyulabiliyordu.

Abla;

-Sürüye denk geldik sanırım!

-Bak şimdi bir tane daha geliyor.

Bu kıyasıya rekabet devam ederken Mehmet’in yanına koyu gri çizgili bir kedi yaklaştı.

-Merhaba kedicik, hoş geldin.

Doğal olarak cevap gelmemişti. Kedi önce ayaklarına biraz sürtündü, sonra ayak ucuna yattı. Bu ona babasının bir zamanlar çalıştığı dükkânın önündeki kedileri anımsatmıştı. Çocukluğu o dükkanın önlerinde ve çevresinde kedi, köpeklerle ve arkadaşlarla geçmişti. Orası ilk defa âşık olduğu yerdi, orası ilk defa kendini evinden başka bir yere ait hissettiği yerdi. Zaten sonraları kendini evinden başka bir yere ait hissedememişti. Zaten sonraları kendini hissedememişti. Ondan sonrası hep buruktu zaten. 

-Ah be kedicik, ne de çok zatenim varmış.

Saat dokuz buçuğa doğru geliyordu. Çayı da açması da bitmişti. Kese kâğıdının içindeki peçeteye ağzını sildi, peçeteyi tekrar kese kâğıdının içine koydu, kedi hala olduğu yerde yatıyordu. Kediyi rahatsız etmeden usulca kalktı. Kese kağıdı ve karton bardağı kenardaki çöpe attı. Dudaklarında Cemal Süreya’dan birkaç mısra ile birlikte yürümeye başladı.             

‘’Belki de konuşuyordur gözlerin,

Ama ben gözce bilmiyorum ki… 

Sessizce biliyorum 

Usulca biliyorum

Masumca biliyorum…’’


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir