Efe İdris Arslan

 ‘‘Haydi, şiirlerim kalbimi almaya gidiyoruz’’

Her zamankinden daha sıcak bir yaz günüydü. Çünkü ‘‘Kalp Kıranlar’’ bir sevenin daha kalbini kırmış. Bütün diyar hüzne gömülmüştü. Bu sefer kurban liderlerine aitti. Güzel kız, kurbanına gülümseyerek son bir kez bakmış ve arkasını dönüp gitmişti, askerleri de peşinden.

Kalbi kırık kahramanız, kırılan kalbinin şangırtıları eşliğinde aksayarak yürüyor, üzüntüden kastığı bacağı artık dayanamıyordu. Sıcak gün kendini soğuk bir geceye bırakmıştı. Ağaçların seyrekleşmeye başladığı bir yere gelmişti, biraz daha yürüdükten sonra bir sürü büyük kayanın rüzgârları kestiği geniş bir düzlüğe vardı. Kayaların altında ufak bir kamp ateşinin etrafında kırka yakın kişi vardı; bazıları düşünceli bir şekilde oturuyor, bazıları ağlıyor, bazıları ise çeşitli işlerle uğraşıyordu. Ateşin hemen yanı başında elli beş-altmış yaşlarında, kısa beyaz saçlı, hafif sakallı bir amca oturuyordu. Kalbinin kırık olduğu her halinden belliydi. Karşısına geçip oturdu. Kimse senin burada ne işin var, kimsin diye sormadı. Kahramanımız amcaya;

-Burada ne yapıyorsunuz? diye sordu. 

Amca;

-Kırılan kalplerimizin yasını tutuyoruz, diye cevap verdi.

-Ne zamandır buradasınız?

-Dün geleceğiz, yarın geldik. 

Kahramanımız bu diyarda zamanın ve kip eklerinin her zaman doğru işlemediğini hatırladı ve hiç bozuntuya vermeden;

-O kadar oldu demek, dedi.

O sırada dikkatini ateşin başındaki kırklı yaşlarında biri çekti. Bu adam, elindeki kumu sürekli bir avucundan diğerine boşaltıyor ve kumlara derin derin bakıyordu. Biraz daha seyrettikten sonra tanıdı, bu Mecnun’du. Bir an için aklı karışmıştı ve hiç düşünmeden sordu;

-Leyla seni sevmiyor muydu?

Mecnun yüzünü kumlardan kaldırıp kahramanımıza baktı. Sonra tekrar kumlara döndü. Bu bakış ona çok şey anlatmıştı. Yalnızca sevmek yetmiyordu, çabalamak, geç kalmamak gerekiyordu. Bu ona güzel kızı hatırlattı. Ve içinde bir hesap sorma isteği uyandı. Yalnız bu da değildi, bunca insanı üzmeye hakları yoktu, kırılan kalplerin hesabı sorulmalı, intikamı alınmalıydı. Kahramanımız ayağa kalktı ve “kalp kıranlardan bize yaptıklarının hesabını sormalıyız!” diye haykırdı. Düzlüktekiler ona baktı ve bir süre düşündükten sonra buruk bir sesle, ‘‘Evet’’ dediler. İçlerinden biri;

-Evet, ama onların kalesi buraya çok uzak, diye çıkıştı.

Kahramanımız göğsünde sakladığı umutlarını dışarı çıkardı ve şekil vermeye başladı. Umutlarını bir ata dönüştürdü. Fakat at çok vahşiydi. Aklından mantığını çıkardı ve ona bir dizgin yaptı. At sakinleşmişti. Hayallerinden bir eyer yaptı ve umuttan atının üstüne bindi. Onu izleyen kalbi kırıklar da umutlarını çıkarıp şekil vermeye başladı. Kimi bir aslan, kimi bir fil, kimi bir ejderha ve aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek bir sürü şey yaptılar. Mantıklarıyla dizginlediler, hayalleriyle sırtlarına bindiler. Artık hazırlardı. Önde cesur kahramanımız, ardında diyardaki tüm sevenler arkalarında bir sevda bulutu bırakarak yola çıktılar. 

Yola çıkmalarıyla birlikte gün de doğmaya başlamıştı. Yol hiç de kolay olmayacaktı. Her ağaç altında sevgili ile bir anı çıkıyor ve sahibinin üstüne umarsızca atılıyordu. Dere başlarında su içen ceylanlar birer canavar kesiliyor ve umutlarını korkutuyordu. Gün sonunda bir sürü kayıp vermişlerdi. Güzel anılara kapılıp gidenler mi dersiniz, korkup şahlanan umutlarından düşüp uçsuz bucaksız bir uçurumda kaybolanlar mı! Ve doğan gün tekrar batmıştı. Gecenin karanlığında Kalp Kıranlar’ın sesleri yankılanıyordu.

-Ben seni sevmiyorum. Ben artık seni sevmiyorum.  

Yol boyunca yaşananların üzerine bu ürkütücü sesleri duymak sevenleri bir heyulanın bitmek tükenmek bilmeyen sorularına doğru çekiyordu. Kahramanımız bir şey yapmalıydı, ama ne? Derken o da bu soru girdabına kapıldı. “Ne” ve “Neden”ler ile başlayan sayısız soru etrafını kuşatmıştı. Tam yitip gidecekti ki omzundan bir el yakaladı ve onu kendine çekti. Yalnızlık kendini göstermeyi bırakınca heyulanın soruları da elini eteğini kahramanımızın üstünden çekti. 

Kendine geldiğinde yaşlı amca Mecnun’a sarılıyordu, herkesi bir baba edasıyla omuzlarından tutup sarılmış ve kurtarmıştı. O olmasaydı çoktan kaybolmuşlardı. Her orduya bir baba şart olduğunu anlamıştı. Sayıları otuza düşmüştü, çok yorgunlardı, kırgınlardı ama her şeye rağmen Kalp Kıranlar’ın kalesine ulaşmayı başarmışlardı. Kaleyi ulaşılmaz güzellikten yapılma surlar ve hakaretten kurtlar koruyordu. Kahramanımız cebinden bir kâğıt bir de kalem çıkardı, kalbinden geçenleri yazdı ve surlara doğru fırlattı. Tüm sevenler de aynı şeyi yaptı, bir kâğıt uçak ordusu surlara doğru ilerledi ve surlarla çarpıştı. Surlar sözlerin ağırlığına dayanamamış ve yıkılmış, uçaklarla oynamaya çalışan kurtlar da surların altında kalmıştı. Kale çırılçıplak bir şekilde karşılarında duruyordu. Kaleye doğru ilerlediler, bineklerinden indiler ve içeriye girdiler. Bütün Kalp Kıranlar kalenin avlusunda onları bekliyordu. Güzel kız yani liderleri elinde bir hançerle tahttan kalktı ve kahramanımızın karşısına geçti. Kahramanımız güzel kızın elinden hançeri aldı, tam kalbine saplayacaktı ki düşündü, bunu yapmak hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Belki de değiştirecekti. Ama sevdiği kızı öldürmeye cesareti olmadığı için bu saçma bahanenin ardına sığınıyordu. Hançeri kırık kalbinin ortasına sapladı. İçinde biriktirdiği hicranla dolu kanı usul usul aşağıya doğru akmaya başlamıştı. Bu durumu gören yaşlı amcanın kırık kalbi daha fazla dayanamamış ve yere yıkılmıştı. Bu esnada Leyla, Mecnun’un karşısına geçmişti. Leyla’yı gören Mecnun kavuşma korkusuna kapılmıştı. Ayrılma, amaçsızlık, hiçlik korkusu ile elindeki kumları başından aşağıya boca edip yeniden çöllere düşmüştü. Geri kalan sevenlerin kimi ölüme, kimi özleme koşuyordu. Aralarında pek bir fark yoktu gerçi. Kahramanımızın bütün kanı boşalmıştı, dizlerinin üstüne çöktü ve sonra sağ omzunun üzerine düştü. Güzel kız diz çöktü. Üzülmüştü ya da üzülmüş gibi yapmıştı, kim bilebilir? Sonra sakince ayağa kalktı, sanki bunun olacağını önceden biliyormuş gibiydi. Gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı. Sonra o güzel gözlerini açtı, sanki bir katliam yapmamışlar, sanki yerde yatan kahramanımızı daha önce hiç görmemiş gibi arkasını döndü ve gitti, askerleri de peşinden.

Böyledir Kalp Kıranlar, o güzel gözlerinin altında birer zalim yatar. Kalbi kırıklarsa her şeye rağmen onları düşünürler. Kalbi kırıkları bir deniz kenarında tek başlarına dalgaları seyrederken, ücra bir köşede içli içli ağlarken, köpeklerle, kedilerle, kuşlarla konuşurken görebilirsiniz. Belki de her sabah aynaya baktığınızda görüyorsunuzdur, bilmiyorum. Ama bir şeyi biliyorum. Siz de bir Kalp Kıransanız sizin de karşınıza kalbinizi kıracak biri elbet çıkacaktır. Tabi kırılacak bir kalbiniz varsa.

Velhasıl kelam bir rejim böyle yıkılamamıştı işte ve bir umarsız hikâye masalı da böylece son bulmuştu.


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir