Muhsine Sevra Kaçalin

Ruhen yorgun geçen bir ayın ardından ilk defa yastığa başını huzurla koyuyordu. Gözlerini pencereye çevirdi. Uzun uzun baktı. Kalkıp pencerenin pervazını incelemesini söyleyen içindeki sese kulak tıkayarak arkasını döndü. Duvarla bakışırken bir anda kıkır kıkır gülmeye başladı. Son zamanlarda yaşadıklarını bir başkasına anlatsa inanmazdı. Gözlerini usulca kapadı. Zihninde yaşadığı olaylar dönüp duruyordu. Mektubu buluşu, ardından içine düştüğü büyük boşluk, ailesi ile yaşadıkları… Bir ay önce her şey gözünde o kadar büyüyordu ki şimdi o günleri düşününce bile kendini gülmekten alıkoyamıyordu. Kardeşinin onun için harcadığı çaba ise hala gözlerini yaşartıyordu. Gerçek bir aile olmak için gerekli olan şeyin kan bağı olmadığını öğreneli çok olmuştu ama bunu anlaması hayli zamanını almıştı. Şimdi ise buna sadece inanmıyor, aynı zamanda biliyordu. Kardeşi hep muzip biriydi. Tabi kendisi de öyleydi ama kardeşi hayatı boyunca karşılaştığı sorunları da muziplikle çözmesiyle nam salmıştı. Annesinin mektubundan ailesine bahsettiğinde böyle bir karşılık bulmayı hiç beklemiyordu. Hele de kardeşinin o çabası. İnsan kendisi için bile o kadar uğraşmazdı. Nüfus müdürlüğü, çocuk esirgeme kurumu, muhtarlıklar, gezmediği yer kalmamıştı Nedret Hanım için. Kardeşine karşı göğsünde yine derin bir sevgi kabardı.

Çocukları… Onların da çabası yadsınamayacak kadar çoktu. Onların bu çabaları Nedret Hanım’ın kendisi ile ilgili sorduğu soruların yersiz olduğunu hissettiriyordu. Kendi içinde kendisine yabancılaşan Nedret Hanım’ın aslında bu durumu sadece kendi zihninde böylesi bir yere koyduğu da ortaya çıkıyordu. Nedret Hanım soylu olmayı ve soylu bir aileden gelmeyi köklerle ilgili bir düzleme oturtup bununla da övünmeyi çok severdi. Maddi zenginliğin insana bir soyluluk da kattığına inanırdı. Fakir olmayı adeta bir utanç kaynağı sayar, fakir insan gördüğünde de ister istemez tiksinirdi. Bu istem dışı gelişen bu duygudan dolayı içten içe utanç duysa da kendisine engel olamazdı. Şimdi ise kendi köklerinin derinliklerinde fakirliğin en üst seviyesini görüyordu. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, zengin bir ailenin asilzade çocuğu olarak yetiştirilmişti. Tok evin aç kedisi diye bir tabir vardı, o ise aç evin tok kedisiydi. 55 yaşında, çocuk çocuğa karışmış, torunları olan, belli bir kültür düzeyinin üstündeki bu kadın kendini koyduğu o statü koltuğundan tepetaklak olmuş, adeta altın tahtından inip tahta döşeklere yerleşmişti.

Eğer öz ailesi ile yaşamış olsa şimdi nerede olurdu? Nasıl bir insan olurdu bunu düşünüyordu. Sonra da bu düşündüklerinden utanç duyuyordu. Acaba annesi nasıl biriydi, babasına mı benziyordu annesine mi? Onu kaybettikten sonra başka çocukları olmuş muydu? Fakir oldukları için öz ailesine karşı merak dahi duymak istemiyordu. Bir yandan da bunları düşünmekten kendini alamıyordu. Sonra sırf fakir olduğu için insanlara karşı böyle bir önyargı duymayı kendisine yakıştıramıyor yine utanıyordu. Bir yandan da gerçek ailesini bulursa ne olacak, nasıl davranacak bunları merak ediyor, heyecanlanıyordu. Acaba hayatta mıydılar? Bu soruyu sordukça hem üzülüyor hem de kötü düşünmek istemiyordu. Her akşam kardeşi yeni bir bilgiyle geliyor tüm aile bu bilgiler üzerine tahminlerde bulunup işin nereye varacağına dair mülahazalarda bulunuyorlardı. Torunları bile artık sadece bunu konuşur olmuştu.

Yine böyle bir akşam kardeşi gelip öğrendiklerini anlatmış, Nedret Hanım başta olmak üzere meraklı ahalinin merakını perçinlemişti. Fakat bu defa kardeşinde farklı bir hava da seziyordu. Bir şey biliyor ama söylemiyor gibiydi. Uzun tartışmalar sonrası kardeşi ayağa kalkarak herkesten müsaade istedi. Odasına gitti. Bir süre sonra geri dönerek tüm ailenin sabah saat 5.00’te kahvaltı masasında hazır olmasını söyledi. Herkes bu durumu şaşkınlıkla karşıladı. Fakat sabah tam 5.00’te maaile sofrada hazır ve de nazır bekliyorlardı. Kahvaltı yaparken herkes sorular soruyor ama kimse sorusuna bir cevap alamıyordu. Sadece Nedret Hanım sessizliğini bozmuyordu. Derken kapıya bir yarım otobüs geldi. Tüm aile şaşkınlık içinde kalakaldı. Nedret Hanım ise bu defa şaşırmamıştı. Kardeşinin tavırlarında bir farklılık sezdiği için gece yatmadan önce yanına uğramış ve olan biteni öğrenmişti. Ailede yolculuğa hazır olan tek kişi oydu bu defa. Bahçede bir müddet ev halkının hazırlanmasını bekleyerek vakit geçirdi. Ancak saniyeler saat gibi işliyordu adeta, orada beklerken günler geçmiş gibi hissediyordu. Zamanın oynadığı bu oyun zihnini allak bullak etmiş, bir türlü kendini toparlayıp da bir şey düşünemiyordu. Kendisini neye ve nasıl hazırlayacağını bilemiyordu. Nihayet ev halkı hazırlanıp otobüse yerleştiğinde o da ayaklanıp ön koltuğa yerleşti. Biraz sonra çıkacağı yolculuğun onu hangi handa misafir edeceğini bilmiyor, bu bilinmezliğin etkisiyle de heyecan ile endişeyi bir arada yaşıyordu. 

Otobüs hareket ettiğinde herkes nereye gideceklerine dair sorular soruyor, bir ipucu buluruz umuduyla Nedret Hanım’ın kardeşinin gözünün içine bakıyordu. Yol boyu sessizliğini koruyan Nahit Bey sadece yolun tadını çıkarmalarını söyleyerek önüne döndü. Yolun keyfi… Sahi Nedret Hanım uzun yolculukları çok severdi. Oysa şimdi yolun keyfini çıkarmak aklının ucundan bile geçmemiş, ne kadar yol gideceklerini dahi bilmediği bu otobüste oturmak bile onu rahatsız hissettiriyordu. Aklındaki kara bulutları dağıtıp yolu izlemeye başladı. Bir yandan da yolun keyfini çıkarmak lafını düşünüyordu. Tabi kardeşine göre hava hoştu, onu ilgilendiren bir şey yoktu nasılsa, olan kendisine olmuştu. Sonra böyle düşündüğü için kendine kızmaya başladı, kardeşi onu için neler neler yapmıştı, eğer o olmasaydı bugün bu otobüste oturuyor olmayacaktı. Belki de hala mektubu düşünüp kendi kendini yiyor olacaktı. Bunları düşündükçe zihnini toplamaya başladı. Yola bakmak ona iyi geliyordu. Yol ile gökyüzünün bitiştiği yere bakmak ufkunu açıyordu adeta. Bu defa yolun keyfini çıkarmanın bir yolunu bulmuştu işte. Yolu düşünmeye başladı.

Ne kadar gideceğini bilmediği bir yolculuğa çıkmıştı. Tıpkı hayat gibi. Hayata ilk adımlarını atan bir insan da yolun onu nereye ve nasıl götüreceğini, hangi duraklarda duraklayacağını bilmiyordu, Nedret Hanım da.  Kendini yeni doğmuş bir bebekle aynı kefeye koyduğu için güldü. O kendini hep yolun sonuna gelmiş bir yolcu olarak nitelerken hayatında olan bir şey birdenbire onu yolun başına nasıl da götürmüştü ama! Hayatını hep planlar üzerine yaparken nasıl da tepetaklak olmuştu hepsi. Bir yandan zihnini uzaklaştırmak isterken diğer taraftan kendisini hep bu konunun içinde buluyordu. Kim bilir kaç otobüs geçti bu yollardan, kim bilir ne insanlar geçti, ne dertleri vardı. Yolun insana yoldaş olduğunu da düşündü. Her yol üstünden geçen yolcunun yükünü de paylaşırdı belki de. Hafiflemezdi yükü ama o yükün ağırlığının izlerini de taşırdı. Nedret Hanım bunları düşünürken bir epeyce yol aldıklarını fark etmişti. Bitki örtüsü değişmiş, hava kararmaya başlamıştı. Yeşil ormanlar yerini sarı kurak topraklara bırakmaya başlamıştı. Tabelalarda şehir isimlerini gördükçe tahminler yürütmeye çalışıyordu otobüstekiler. Onun da kulağına çalınan bu sesler merakını perçinliyor, ama sükunetini korumaya çalışıyordu. Yanında oturan Nahit Bey de onu izliyor, sormasını bekliyordu. Ama Nedret Hanım bu defa kendisini akışa bırakmış gibiydi. Onun gülmesi Nahit Bey’i meraklandırmıştı ama bu defa da o soramıyordu. Nedret Hanım’ın yola dair düşüncelerini bilse delirmişsin der miydi acaba? Biz burada neyle uğraşıyoruz senin düşündüğün şeye bak abla der miydi?  Nedret Hanım bunları düşünürken gözleri ağır ağır kapandı. 


0 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir