Can Er Demir
Hilminin babası bir hışımla evden çıkmıştı. Uçar adım apartman merdivenleri aşağı indi. Apartmanın kapısından çıktığında ardına bile bakmadan koşmaya başladı. Üzerinde yorgunluk hissedince şaşırdı. Koşmayalı uzun zaman olmuştu. Lakin bu kadar çabuk yorulmayı da beklemiyordu. Soluk soluğa kalınca durdu. Sokaktaki duvara yaslandı ve ellerini dizlerinin üzerine koydu. Düşünmeye çalışıyordu. Birden koşmak bedenini öyle bir yorgun hale getirmişti ki düşünmekte bile zorlanıyordu. Kendisini meraklı gözlerle izleyenleri farketmemişti bile.
-Hayrola Abdullah abi! Bu ne hal. Acelen mi var?
Bu sözleri duyunca acelesi olduğunu hatırladı.
-Evet! dedi, geç kalıyorum.
-Benim arabayı al abi o kadar acelen varsa!
-Olmaz! Şey yani gideceğim yerde araç daha çok ayağıma bağ olur! Ben kalkmadan şu dolmuşa yetişeyim, dedi ve hızlıca doğrularak hedefine doğru gitmeye devam etti.
Tekrardan koşmaya başladı ama bu sefer önceki kadar hızlı değildi. Kendisine uygun bir tempo tutturdu.
-Cami, diye fısıldadı, kendisinin bile zor duyacağı bir sesle, camiyi bulmalıyım.
Dışarıdan bakanlar nereye gittiğiyle ilgili hiçbir fikri yok zannediyorlardı. Yalnız Hilmi’nin babası Abdullah hiç olmadığı kadar emin bir şekilde ilerliyordu. Üç mahalle geçtikten sonra yaşlı çınarın yanında durdu. Dalgın dalgın etrafa bakındı. Sanki kaybettiği bir şeyi arayan bir çocuk gibiydi. Etrafında kimse görünmüyordu. O sıra çınarın dibindeki bankta oturan kedi:
-Bir anlaşman var zannediyordum.
-Evet bir anlaşmam var. Anlaşmamı bozmuş da değilim.
-O zaman bu aceleyle neden buraya geldin.
-Bir anlaşmam var ve bu anlaşmayı bozanların olup olmadığını öğrenmem lazım.
-Bunun için mi bu kadar dikkat çekiyorsun.
-Geç kalırsam çok büyük sorunlar ortaya çıkabilir.
-O zaman burada ne işin var.
-Bir anlaşmam var ve tarafsız kalmalıyım. Camiyi arıyorum.
-Camiler ne zamandan beri tarafsız.
Bu söz üzerine Abdullah’ın canı sıkıldı. Sesi tonunu sertleştirdi. Sesini yükseltip dikkat çekmemesi gerektiğini biliyordu.
-Camiler en başından beri tarafsız bölgelerdir. Diğer ibadethaneler gibi olmadığını benden iyi biliyorsun.
-Çok şeyler değişti seçilmiş avcı.
-Bana öyle deme. Benim bir anlaşmam var.
-Çok şeyler değiştiğini biliyordum ama bu kadar değiştiğini bilmiyordum.
-Caminin burada olması gerekmiyor mu?
-Avcı olan sensin. Seni ben seçmedim.
-Bana öyle söyleme dedim sana. Bir anlaşma yaptım, dedi üstüne basa basa.
Sonra kendi kendine konuşarak devam etti. Bir yandanda başını kaşıyordu:
– Caminin burada olması gerekiyordu.
-Gerçekten bir avcının bu kadar değişebileceğini zannetmiyordum, dedi kedi alaycı bir şekilde.
-Acelem var kedi. Ağzında geveleme de bir anca söyle bana. Nerede bu cami?
-Ezan vaktini bekleyemez misin?
-Artık neyi bekleyip bekleyemeyeceğimi bilmiyorum.
-O zaman hafızanı kontrol etmelisin. Zira acelesi olan birine göre çok fazla gevezelik yapıyorsun.
Abdullah bir an durdu. Yaşlı çınardan camiye geçtikleri zamanları düşündü. Hızlı hareket gerekiyordu. Çınara dokundu. Hiçbir şey olmaması onu şaşırttı. Sol ayağını çınara dayadı. Sonra sağ ayak ile başlanması gerektiğini hatırladı. Sağ ayağını dayadı ve kendisini ileri itti. Yalnızca beş santim ileri gitmişti. İlk zamanlarını hatırladı. On, on beş adım geriye çekildi. İçinden bir besmele çekip olanca gücüyle ağaca doğru koştu. Ağaca doğru zıpladı. Sağ ayağını ağaca dayadı. Olanca gücüyle geriye doğru zıpladı ve sırt üstü yere düştü. Düşmenin acısıyla gözleri sımsıkı kapanmıştı. Kedinin güldüğünü hissedebiliyordu. O sıra da ezan başladı. Kedinin yüzünün dönük olduğu tarafa bakınca karşısında camiyi gördü.
-Tabi, dedi, çınar altında bankta oturan bir kedi varsa her zaman yüzünü camiye döner.
-Aferin, dedi kedi, bu darbe zihnini açmaya başladı. Unutmuşsundur diye söylüyorum. Ezan bitene kadar camiye giremezsen diğer ezan vaktini beklemen gerekecek.
Bu sözler ile bir eski kuralı daha hatırladı Abdullah. Hızla yattığı yerden kalktı tam caminin kapısına yönelmişti ki başka bir kedi:
-Abdestsiz camiye mi gireceksin. Bu ne cürret, dedi. Caminin avlusundaki şadırvana gitti. Montunu çıkardı. Olabildiğince hızlı davranmaya çalışıyordu. Ezanın sona yanaştığını duydu. Her zamankinden daha fazla acele ederek abdestini aldı. Bu kadar hızlı abdest alabildiğini unutmuştu. Ezan bitmeden kapıdan içeriye girdi. Sanki camiye ilk defa giren bir çocuk gibiydi. İçerisinin kalabalık olmasını bekliyordu. Sadece kendisini görünce şaşırdı. Ne imam vardı, ne de müezzin. “Gelirler” diye düşündü. Oturup beklemeye başladı. “Acaba hangi namaz?” diye aklından geçirdi. Sünnet kılması gerekir miydi? “Daha hangi vakitte olduğunu bile bilmiyorum! Yazıklar olsun bana!” diye geçirdi aklından.
-Kişi kendini bilmek gibi irfan olmazmış! diye lafa girdi gür sesli birisi.
-Sende kimsin? Benim düşündüklerimi nasıl duyuyorsun? diye cevap verdi Abdullah muhatabını görmeden.
-Ne çok şey unutmuşsun! Kendini arayan ne çok kişi geliyor buralara son zamanlarda! Namaz vaktini bilmeyen bir avcı bu kadar yaşamaz normalde!
-Avcı değilim ben! Verilmiş sözlerim var!
-Söz mü? Sözün kuruluş şekli bile bir itiraf iken bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Ne çok şey unutulmuş!
-Bırak şimdi akıl karıştırmayı! Namaz neden başlamadı? Soracaklarım var!
-Bak sen şu işe. Kafa çalışmaya başlamış demek ki. Sen söyle o zaman neden cevap vereyim sana.
-Namaz, namaz başlamayacak mı?
-Başlayan her şey bitecekken, nedir bu acelen?
-Acelem var, cevaplanması gereken sorularım var! Verilmiş bir sözüm, kazanılmış bir hakkım var!
-Ve sen de hak talebine geldin. Hakkın olduğunu düşündüğün şey için. Ama biraz acele ettin sanki daha namaz kılınmadı ki.
-Beni süslü kelimelerle oyalama. Namaza geçelim, sonra soracaklarım var!
-Namaz, evet namaz. Peki hangi namaz?
-Ne demek hangi namaz?
-Ezan bitmeden içeri girmeyi başardın fakat hangi namaza girdiğini öğrenmeden çok hızlı davrandın. Bazı kabiliyetlerin çalışıyor olsa da bazıları fazla körelmiş geldi bana.
-Ne farkeder hangi namaz olduğu ki? Soru cevaplamak için uygunsuz namaz mı var?
-Niyet farkeder eski avcı. Seni kim eskitti bilmiyorum ama burada cemaat niyeti olmayan biriyle saf tutmak istemez.
-Ön sınav mı bu?
-Kafan çalışmaya başladı ama geç kaldın biraz sanki? Birçok şey için geç kaldığını hissediyorum.
-Ne demek şimdi bu?
-Soru sorma zamanın gelmedi demek! Senin kılık değiştirmiş bir casus olmadığını nereden bileyim demek!
-Burası tarafsız bölge. Burada böyle işlere yeltenilmez.
-İşte bu yüzden hiçbir avcı da avcı değilim ben demez.
-Söz verdim diyorum size.
-Daha önce de sözler verdin. Bil bakalım söz ne zamana kadar geçerlidir!
-Sözün geçerli olduğu zaman mı olur?
-Taraflardan biri sözünden cayarsa ne olur?
-Olmaz öyle şey bir anlaşmam var benim.
-Sadece seni bağlayan önemsiz birkaç lakırdı.
Aniden kafasını kaldırdı Abdullah. Uzun beyaz sakalları olan nur yüzlü bir ihtiyar gördü karşısında. Birden bu camiye ilk girdiği zaman geldi gözlerinin önüne. On beş yaşına gitti.
-Ne demek sadece seni bağlayan.
-Sen cemaate gelmeyi bıraktın diye cemaat de namaz kılmayı bırakacak değil ya, a gafil kul!
Ayağa kalktı Abdullah. Artık sesini de yükseltmeye başladı.
-Bana verilen sözler var! Taahhüt bana tarafsız bölgede verildi! Başka kurban istemiyoruz denildi.
-Su evladım, su. Akar gider. Hem de köprülerin altından.
-On beş dendi bana! ON BEŞ! ON BEŞ! Daha vaktim var!
-Seni uyuşturmak için ne veriyorlarsa sana aklını iyice gölgelemiş anlaşılan. Günleri, ayları, yılları da unutmuşsun.
Bu sözler üzerine Abdullah elini gayrı ihtiyari cebine attı. Başına şiddetli ağrılar girmişti. Yaşlı adam aniden lafa girdi.
-Aklından bile geçirme. Unutmuş olabilirsin ama hiçbir gölgeleyici hap taraf bölgede kullanılamaz. Herkes kendi içindeki ortaya çıkarmak zorundadır.
-Beni kim engelleyecek?
-Sen kendini engelleyeceksin! Eski yanda yeni her avcının görevlerinden biridir bu!
-Bana verilmiş sözler var!
Bunları söylerken artık bir elini başına koymuş, diğer eliyle de hap kutusunu tutuyordu.
-Burada bir anlaşma yaptık.
-Anlaşmayı bozanlar oldu. Hudutlar çoktan aşıldı. Senin istemeyeceğin kapılardan geçildi. Herkes eski düzenine fazlasıyla geri döndü. Sadece avcılar kaldı. Avcılar komutanlarından bir işaret bekliyorlar.
-SUS! Sus dedim sana!
Abdullah artık iki elini başının arasına almış secde pozisyonuna kapanmıştı.
-Bu ağrılar dinmişti kaç zamandır. Dozu artırınca hiç ağrı çekmez hale gelmiştim.
-Ağrı çekmez değil. Uyuşmuş bedene acı çeken ruhunu hapsolmuş bir hale getirmiştin.
Birden hap kutusuna uzandı Abdullah. Aceleyle kutuyu açma çalıştı.
-Sana yapma dedim. Burası tarafsız bölge. Burada kimse bu sahte rollere bürünemez.
Derken Abdullah beş adet hapı aynı anda ağzına attı. Ayağa kalktı ve mihraptaki yazıyla göz göze geldi. Yazı Abdullah’ın etrafında dönmeye başladı. Abdullah dengesini kaybettiğini hissetti. Sırt üstü yere doğru düştüğünü hissetti. Caminin zeminine çarpmadan kum tanelerine ayrıldı. O sırada içeri giren müezzin sadece bu son sahneyi gördü.
-Komutanım sakın tarafsız bölgede taraf seçme haplarından yuttuğunu söyleme.
-Benim söylememe gerek yok olanlar ortada.
-Peki ne olacak şimdi. Beş yüzyıldır hiçbir camide böyle bir şey gerçekleşmedi diye biliyorum.
-Kum tanelerini görmedin mi?
-Gördüm yalnız ne demek olduğunu anlamadım.
-Kendi çölünden kurtulmak zorunda. Yoksa onu kimse bir daha buraya getiremez.
-Peki ya dengeler. Verilmiş sözler. Anlaşması.
-Bir avcı kendi çölünden kurtulabilirse zaman onun için hiç akmamış gibi hayatına devam eder. Kurtulamazsa zamandan silinir ve dengeler yeniden kurulur.
-Peki ya oğlu.
-Dur bakalım müezzin efendi. Daha bir namaz kıldı mescitte. Kaldı ki sefihlik içindekiler bataklıklarına öyle bir batmışlar ki onu fark etmediler bile.
O sırada son kum tanesi de kaybolurken içeriye namaz için girenler oldu. Konuşmayı bırakıp namaza geçtiler.
Abdullah gözlerini açtığında uçsuz bucaksız bir çölde sırt üstü yatarken buldu kendisini. Yaklaşık bir kilometre kadar olduğunu düşündüğü bir mesafede bir ağaç gördü. Güneş gittikçe daha çok ısıtıyordu. Zorla ayağa kalktı ve ileriye doğru bir hamle yaptı. Ağacın yanına varması oldukça kısa sürmüştü. Anlam veremedi. Çınarın yanında kaybolan kabiliyetlerini sanki tekrardan kazanmış gibiydi. Ağacın gölgesine oturdu ve düşünmeye başladı.
0 yorum