Elif Likoğlu
Koridor sıcacık ama ben ısınamıyorum. Sessizliğin gürültüsünden kendimi duyamıyorum. Sünger gibi emiyor bütün yaşamsal belirtilerimi bu duvarlar. Oysa dışarıdan bakan, önünden geçen, ışıklı, dört yanı camlı, pırıl pırıl bir bina görüyor. İçine şöyle bir baksan parlak zemin, kocaman spot ışıklar, büyük pencereler. Ama ben biliyorum neden böyle olduğunu. Kendimden biliyorum. Burada havaya karbondioksit ile birlikte dert salınımı da yapılıyor. Oksijenle birlikte ciğerlerimize yüksek miktarda dert dolduruyoruz. Bazen bencilce ve acımasızca gelse de “Çok şükür… Ne dertler var.” diyoruz başkalarının acılarına bakıp. Burada bazı yüzler sıcacık bakıyor gözlerimize, bazıları beşeri duygularından arınmış gibi hiçbir ipucu vermiyor simaları. Bazıları çok öfkeli, mimikleriyle bile kalbimizi kırabilecek kadar. Benim burada kaçıncı kalışım bilmiyorum ama sayısını unutacak kadar çok olmuş belli ki. Kimi kalışlarım çok sancılı, kimi kalışlarım çok yorgun geçti ama hepsinde yaşadığım ortak bir duygu vardı: Korku.
İyi ki bu duvarların dili yok…
Geçmişe götürüyor beni bu duvarlarla yeniden karşılaşmış olmak. Konuşmuyorlar evet ama fısıltılarını duyabiliyorum. Dillerini çözdüğümde daha çok küçüktüm. O yüzden aşinayım o buz gibi duruşlarının ardında sakladıklarına. Bu duvarlarla tanışmam çoğunuz gibi annemin bedeninden ayrıldığım o an oldu. İnsanlık için küçük, benimle annem için büyük bir olaydı. O anları hatırlamadığım için mutlu sayıyorum kendimi ama hatırlamadığım şeylerin de ruhumda izler bırakacağını bilecek kadar büyüdüm. Çok büyüdüm, hiç büyümedim. Çok ve hiç bazen aynı şeydir. Yaşamak gibi, zaman gibi… Çok ama hiç. Aynı şey işte.
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir.
Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.”
Eğer zaman ölçülebilen bir şey olsaydı en uzun gece üzerine böyle bir dize okuyabilir miydik? Düşünmeden edemiyorum. Muvakkitler hesap kitap etmişler, Kuzey Yarım Küre’deki en uzun gece 21 Aralık tarihinde yaşanır demişler. Peki, gelsinler o muvakkitler ameliyathaneden yeni gelmiş, sancılar içinde yatan şu kadıncağıza en uzun gecenin bu gece olmadığını ispat ediversinler. Veyahut “Bu gece çok kritik, ancak bu geceden sonra net bir şey söyleyebilirim.” sözünü işitene, “Dert etme bu gece 21 Haziran, yılın en kısa gecesi.” desinler. Öyle sanıyorum ki zamanı ölçüp biçip parçalayan adamlar, şu duvarlarla bir konuşsalar en uzun ve en kısanın, çok ve hiçin bir insanın kalbinde belirlendiğinden ancak emin olurlar.
Çok şey söylenmiş zamanın göreceliği üzerine. Kimi mutluluğun, güzel bir ömrün, güzel geçen her anın ne kadar kısa sürdüğünden dem vurmuş kimi de benim gibi ıstıraplı günlerin ve gecelerin nasıl da bin yıllar gibi geçmek bilmediğinden. Yakın zamanda vefat yıl dönümü sebebiyle andığımız Necip Fazıl şöyle anlatmış oğluna mahpustan;
“Çaycı, getir, ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!”
Demek ki zindanda 1 dakika, 43.200 dakikaya tekabül ediyor onun için. Ama neyse ki zamanı hızlandıracak bir şey bulmayı başarmış, ilaç kokulu da olsa bir bardak çay iyi gelmiş zamanın ağırlığına. Sahi bize ne iyi geliyor bu duvarların arasında? Necip Fazıl kadar şanslı olamadığımız için çay ile eritemiyoruz zamanı. Bir dost sesi, bir anne duası, bir insan eli uzanıyor burada bize doğru. Aynı acıları yaşadığımız gözlerle, teselli edercesine bakıyoruz birbirimize. Ver diyor sevdiklerimiz, “Ver şu zamanın yarısını da ben taşıyayım sırtımda, birlikte daha hızlı bitiririz. İmece usulü yaşıyoruz her bir dakikayı burada.”
Sonra kalkıp kağıdı kalemi elime alıp şöyle bir an içinde düşünüveriyorum hepsini. Duvarları ve fısıltılarını, acıları, insanları, hikayeleri, beyaz önlüklüleri, gülenleri, ağlayanları, inleyenleri… Bir dua geçiyor kalbimden:
Allah’ım, sen zamanın sahibisin. Istırap içinde olan kullarına zamanın her bir anını şifa vesilesi kılıver, her geçen saniye dertlerinden bir parçayı alsın götürsün.
Allah’ım, sessiz geçen her bir dakikayı kendine nimet sayan çocukların, annelerin ve babaların zamanlarını bereketlendir. Senin verdiğin ömür nimetini, senin yarattıklarına zulmetmek için harcamaya ant içen toplulukların zamanını, gözlerini açıp kapayıncaya kadar ellerinden alıver.Bizi, Peygamberimizin beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil(1) sözleriyle ikaz ettiği; ağır meşguliyetlerin olmadığı, sağlıklı, genç ve refah içindeki zamanlarımızın kıymetini bilip bu ganimeti hazinesine katanlardan kıl.
Amin.
*(1)Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25
0 yorum