Elif Likoğlu
Öyle olaylar öyle durumlar vardır ki hayatımızda, bir an durup kendimize “Bu kadarı da şov bence!” deriz. İşte benim hayatımda ve belki de sizin de hayatınızda böyle bir duygu olan empatiden bahsetmek istiyorum. Türk Dil Kurumu empatiyi, duygudaşlık olarak tanımlamış. Fakat ben, bize öğretilen empatinin biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Duygudaşlık kelimesinde bir işteşlik var. Yani aynı duyguyu paylaşmak anlamını veriyor. Ama empati öyle mi? Bence değil. Şöyle buyrun, size kendi empati serüvenimi anlatayım.
Empati, empati ve de empati. Çocukluğumdan beri bin kez duymuş olabilirim bu kelimeyi. Siz de duymuş olabilirsiniz. Herkes duymuş olabilir. Duyalım, buraya kadar sorun yok. Benim gibi, yetişkinlerin söylediklerini çok fazla ciddiye alan çocuklar ve çocuk kalanlar için bazı sıkıntıların doğumuna vesile olması ile başlıyor bütün sorun. Müsaadenizle burada yetişkinlerin söylediklerini ne kadar ciddiye aldığımı göstermem için biraz çocukluğuma inmem gerekiyor. Örneğin ben on-on iki yaşlarında bir çocukken ve on-on iki yaşlarında Samsunlu bir çocukken, okulumuza bir Türkçe öğretmeni atandı ve bir derste bize “Türkçe’de açık e harfi yoktur.” dedi. Çok üzüldüm, demek o zamana kadar bunun farkında bile değildim. Bir anda bütün hayatım değişti. O gün, o ikazdan sonra açık e kullanmayı pat diye bıraktım. Çünkü Türkçe öğretmenlerini severim. Türkçe öğretmenleri ciddiye alınmalıdır, alırım.
Bir kez yapılan bu uyarıyı bile anında dikkate alan biri olarak, defalarca kez duyduğum empati kurma üzerine olan nasihatleri nasıl görmezden gelebilirdim ki? Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma! Kendini, onun yerine koy. Kendini bir daha onun yerine koy. Kendini o kadar onun yerine koy ki ondan çok onun yerine koy. Benim empati ile ilgili sürecim yıllar içinde bu şekilde evrilerek devam etti. Kendimi, onun kendini koymayacağı kadar onun yerine koyarak. Ta ki ruhumun yanağına yediğim, güzel bir elden gelen öğretici bir silleye kadar. Bir gün Aşk-ı Memnu kitabı üzerine yapılan bir tahlilden bahsederken, kitabı okumadığımı ama genel olarak konuya hakim olduğumu söyledim. Devamında her şeyin Bihter’in omuzlarına yıkılmasına, sadece onun eleştirilmesine ve günah keçisi ilan edilmesine ve ardından da kendini öldürmesine üzüldüğüme dair bir şeyler söyledim. Karşımdaki kişi durdu ve dedi ki “Şu an ahlaksız bir kadınla empati kuruyorsun farkında mısın?” Bu cümle zihnimde şlakkk! diye bir ses etkisi yarattı. Ruhum bu tokadı yedi. Yemesi de gerekiyordu. Çok da iyi de güzel de oldu tamam mı? Tokadı yememle kafamda bir ampulün yanması da bir oldu tabii. Düğümü çözemedim ama artık nerede olduğunu biliyorum. Seni çözeceğim. Bakın, mümkünse önümüzdeki dokuz yüz elli yıl falan kimse kimsenin yerine koymasın kendini. Herkes kendi yerinde bir dursun önce.
Duyguları sınırsız yaşamak. Böyle bir dünya yok. Ama duyguları hiç yaşamamak diye bir dünya da yok. Empatiyi de bir duygu olarak düşündüğümde dozunu kaçırdığım zaman bir dizideki karakterin yerine kendimi -oyuncudan daha çok role girerek- koyduğum için doksan dakika ağladığım zamanlar oldu. Buna bir dur demeli diyerek dizi izlemeyi bıraktım. Duygularımı kontrol etmekten daha kolaydı. Meşhur bir şeker markasının bayram için hazırladığı reklamda, yaşlı bir dedenin balkonda torunlarının gelmesini beklerken yaşadığı o duygusal anları hatırlayanlarımız vardır. O reklam filmi çekileli kaç yıl oldu bilmiyorum, dede muhtemelen rahmetlik oldu. Ama ben hâlâ ara ara kendimi o dedenin yerine koymaya devam ediyorum. Bihter’den sonra çok da zor gelmiyor açıkçası. Benim gibi müthiş kontrollü birinin, duyguları kararında yaşamak üzerine konuşması umarım sizi alttan alttan güldürüyordur. Buna mutlu olurum. Çünkü gülün.
Empati ne kadar olumlu olarak aktarıldıysa bazı duygular da o kadar kötü ve korkunç gösterildi. Oysa bütün duygular bize dair ve hepsi yerli yerinde olduğunda güzelleşiyor her şey. “Sola dosis facit venenum.” Yani dillere pelesenk olan hâliyle “Her şey zehirdir, mühim olan dozudur.” minvalinde bir anlam taşıyan bu cümle bize birçok şeyi işaret ediyor aslında. Her ne kadar toksikoloji ile ilgili de olsa ben bunun duygular için de geçerli olduğuna inanıyorum. Yanlış anlamayın burada amacım Paracelsus’u otorite falan ilan etmek değil. O gitsin önce İbni Sina’dan helallik istesin o ayrı. Ama Sezar’ın hakkı da Sezar’a. Empati duygumun haddinden fazla güçlenmesi ile kaybettiğim bazı duygular oldu. Öfke, kızgınlık, nefret… Bazılarını güle oynaya uğurladım. Ama bazılarına ihtiyacım vardı. Bana büyük haksızlıklar yaşatan insanların bile yerine o kadar çok koydum ki kendimi, onlara hak vermeye, onlar için üzülmeye başladım. Bu yüzden de her zaman, her olaydan sonra kendimi haksız çıkaracak bir şeyler buldum. Biraz da kendimi kendi yerime koysam iyi olmaz mıydı canım kendim? Birazcık öfke, birazcık kızgınlık, birazcık olduğun yerde durmak ve kendini hiçbir yere koymamak fena olmazdı sanki. İnsanın en büyük savaşı yine insanla. Ama asıl savaşı hep kendiyle. Cebinde bir kalemtıraş olmalı insanın ihtiyaç duyduğunda içine girip döne döne atmalı fazla neyi varsa. Sevgiyse sevgiyi, öfkeyse öfkeyi, mutluluksa mutluluğu, empatiyse empatiyi. Ama birazını da kendine ayırmalı, gereğinden çok dönerse kendini bitirir bunu bilmeli.
Bilmeliyim, takılıp kalmamalıyım ardımda bıraktığım fazlalıklara, devam etmeliyim kendime ayırdıklarımla. Sonuçta ben:
“Sözlerimi geri alamam.
Yazdığımı yeniden yazamam,
Çaldığımı baştan çalamam,
Bir daha geri dönemem.
Akıyorsa gözyaşım kurumasın,
Coşup seven gönlümse durmasın,
Dost bildik anılarım çağırmasın,
Bir daha geri dönemem.
Hiç bir kere hayat bayram olmadı ya da
Her nefes alışımız bayramdı.
Bir umuttu yaşatan insanı
Aldım elime sazımı…”
Hadi dinleyelim…
0 yorum